29 Kasım 2012 Perşembe

KUL HAKKI (Ayet ve Hadis-i Şeriflerle)

İnsanlar arasındaki bütün bu ilişkiler, “fertlerin karşılıklı hakları” içerisinde yer almaktadır. Ana-baba, evlat, eş, komşu, akraba, arkadaş, işçi-işveren hakları, zulmedilen ile mazlumun karşılıklı hakları gibi.

Değerli Mü’minler!
Bir gün bu fani hayat son bulacak, gerçek hayat dediğimiz Ahiret hayatı başlayacak ve herkes dünyadaki hayatından hesaba çekilecektir. Akıllı ve basiretli insan; Allah’a ve O’nun kullarına karşı vazifelerini yapan, hak ve hukuka saygı gösterip, hesap gününe borçsuz ve günahsız olarak gitmeye çalışandır. Şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır: Kim iyilik ve kötülük olarak ne yapmışsa; mutlaka karşılığını görecektir. Nitekim Cenâbı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı kötülük işlerse, onu görür”(1) buyurmaktadır. 

Sevgili Peygamberimiz(a.s.m) ise; “Bir kimsenin diğer bir kimsenin haysiyetine, yahut malına tecavüzden dolayı üzerinde bir hak bulunursa, altın ve gümüşün geçmediği hesap günü gelmeden helalleşsin. Aksi takdirde, yaptığı haksızlık ölçüsünde, iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden kimseye yüklenir”(2) buyurmaktadır.
 
Şu halde diyebiliriz ki; Müslüman, kul haklarına son derece titizlik göstermelidir. Bilerek veya bilmeyerek başkalarının hakkını alan kimse, o hakkı ödemek ve helalleşmek suretiyle kendisini kurtarmaya çalışmalıdır. Haksızlık edip de, hak sahibine hakkını vermeyenler; Ahirette pişmanlık duyacaklar ve çetin bir azaba uğrayacaklardır. 

Herkesin hak ve hukukuna saygılı olalım. Kul hakkıyla Allah’ın huzuruna çıkmaktan sakınalım. Kul hakkını, hak sahibi bağışlamadıkça Allah’ın bağışlamayacağını bilelim. Dünyadaki bir çok kötülük, kavga ve cinayetlerin, insanlar arasındaki huzursuzlukların, kul haklarına saygı göstermemekten meydana geldiğini unutmayalım.

(1)Zilzal, 7-8.

(2)Sahih-i Buhari, Tecrid Terc.C.7 S.375.

İSLAMDA KADIN HAKLARI (AYET VE HADİSLERLE)

Kur’an-ı Kerim’de; “Huzur bulmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet bağları oluşturması da Allah’ın varlığının delillerindendir. Gerçekten bunda düşünen bir toplum için alınacak dersler vardır”[1] buyrulmaktadır.

İslam’da eşler birbirlerine karşı yükümlü ve sorumlu kılınmışlardır. Ailede erkeğin kadına nasıl davranacağı konusunda Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır. “İmanı en olgun olan mü’min, ahlakça en güzel olandır. En hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.”

Aile hayatı konusunda da en güzel örneği teşkil eden Peygamberimiz, hiçbir zaman hanımlarına sert muamelede bulunmamış ve onlara karşı daima iyi davranarak, şefkatle muamele etmiştir.

Kadınlar, Yüce Allah’ın bizlere birer emanetidir. Nitekim, Sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde; “Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir.”[2] buyurmuştur. Dolayısı ile bu emanete saygılı davranmak herkesin boynunun borcudur. 

İslamiyet, kadının toplumdaki yerini çok iyi ve sağlam bir şekilde belirlemiştir. Kadın, insan neslini doğuran ve yetiştiren muhterem bir varlıktır. Onun kalbi, sevgi ile nakış nakış işlenmelidir ki, çocuklarını o sevgiyle korusun, büyütsün ve topluma yararlı insanlar haline getirebilsin. Onun içindir ki evlat, hayatı tanımaya, akli ve ruhi melekelerinin gelişmeye başladığı çocukluk döneminde, sevgiye doyurulmalı, sağlıklı ve dengeli bir ruh yapısına kavuşturulmalıdır. Bu itibarla kadın ailenin ve dolayısıyla da toplumun temel taşıdır. Onun mükemmelliği, toplumun mükemmelliğini hazırlayacaktır.

Dinimiz, ana-babaya geleceğin anneleri olması bakımından; kız çocuğunun terbiyesi üzerine daha bir hassasiyetle ve sevgiyle eğilmeyi tavsiye etmektedir. Kız çocuğunu bakıp büyütüp, güzelce terbiye edene cennet, hem de cennette en güzel makam, Rasulullah’a (S.A.S.) komşu olma makamı va’ad edilmektedir.[3]

Aziz Müslümanlar!

İslam’da kadın, bazı kötü niyetlilerin iddia ettikleri gibi; kişiliği olmayan, bu sebeple de kocaya tabi olmak zorunda kalan, kendisini yönetmekten aciz, aklı bir şeye ermeyen bir varlık asla değildir. Bilakis, mehir isteme ve mülk edinme hakkına sahip şahsiyetli bir varlıktır. Evlilik müessesesinde erkeğin hayat arkadaşı olarak kabul edilmiştir. Bütün bu güvenceler karşısında, inançlı bir kadının aldığı insani ve dini terbiye; onun çocuğunu şefkatle emzirmesini de, evin işlerinde kocasına yardımcı olmayı da ona telkin eder. İslamiyet, kocasına itaat eden, geçim ehli bir hanımın, Allah’ın rızasına nail olacağını müjdeler ve ona layık olduğu değeri verir.

Yazımızı şu Ayet-i Kerime ile bitirelim: “Onlar sizin örtüleriniz, siz de onların örtülerisiniz. Onların sizin üzerinizde, sizin de onların üzerinde haklarınız vardır.”[4] buyurarak kadının erkekle karşılıklı sorumluluklarını beyan etmiştir.

Gerçek huzur ve saadet hiç şüphesiz ki Allah ve Rasulünün emir ve tavsiyelerine uymakla mümkün olacaktır.

[1] Rum Suresi 21

[2] Veda Hutbesi

[3] Riyasü’z Salihin C.1/270

[4] Bakara S. A.187 ve 228

28 Kasım 2012 Çarşamba

İSLAMDA EVLİLİĞİN ÖNEMİ (AYET VE HADİSLERLE)

Konu ile ilgili bir Hadis-i Şerif ile başlıyoruz.

"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı siz(in çokluğunuz) ile iftihar edeceğim. Kimin maddî imkanı varsa hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa (nafile) oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehveti kırıcıdır." (Kütub-ü Sitte ,6564))


Evlilikte, fert ve toplum için sayısız fayda ve iyilikler vardır. Bunlar dünya hayatının mutluluğu ile ebedî hayatı kazanmaya vesile olan ilâhî nimetlerdir. Evlenmek, insanı haramdan uzaklaştırır. Evlilik, ailenin temel taşıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) onu tavsiye etmiş, evlenerek bizlere örnek olmuşlardır. Bu hususta: “Ey gençler topluluğu! Kimin gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü, (haramdan) sakındırır ve iffeti en iyi şekilde korur...”[1] buyurmuşlardır.

Diğer bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyrulmuştur: "Birbirini sevenler için nikâh kadar güzel bir şey görülmemiştir." (Hadis-i Şerif | İbn Mace)
İnsan, hayatı boyunca yalnız yaşayabilen bir varlık değildir. İhtiyaçlarını karşılayabilmek için bir can yoldaşına muhtaçtır. Uyumlu bir eş, kadın için de, erkek için de, mutluluk ve güven kaynağıdır. Hayatın acı-tatlı günleri birlikte paylaşılır. 

Dünya ve ahiret saadeti, Allah’ın emirlerine, Sevgili Peygamberimizin tavsiyelerine uymakla kazanılır. Bu emir ve tavsiyelerden birisi de; bekarların evlenmesidir. Uyumlu bir evlilik her türlü fenalıktan, korunmaya vesile olur. 

İslam, evlenme akdi ile olan birleşmeyi sevgi, merhamet, huzur ve karşılıklı hoşgörü üzerine bina etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”[2] buyrulmuştur. 


Dinimiz evlenmeyi ve nikahlı yaşamayı teşvik ederken; geçinememek veya fakir düşmek endişesiyle evlenmemeyi de hoş görmemiştir. Kur'an-ı Kerim'de: “İçinizdeki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır, bilendir.” (Nur suresi, 32. ayet)


Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Nur Sûresinde bekarların evlendirilmeleri tavsiye edilmiş; evlenen kişilerin fakir olsalar dahi evlenmeleri sebebiyle Allah’ın yardımıyla zenginleştirileceklerı beyan buyrulmuştur.

---------------

[1]Sahih-i Müslim Terc. C. 7. S.211 
[2] Rum Süresi Ayet /21

18 Kasım 2012 Pazar

DUANIN GÜCÜ

Maalesef bu sıralar "Dua etmekten başka birşey yapmıyoruz" veya "Elimizden dua etmekten başka bir şey gelmiyor." gibi hatalı veya eksik söylenmiş sözleri çokça işitiyoruz.  Halbuki bu tür düşünceler insanı ümitsizliğe götürür. Ayrıca Duanın mahiyetini tam bilmemenin sonuçları bu sözleri söyletir ve söyletiyor maalesef.

 Hadis-i Şerif'te;  Eğer siz ALLAH'ı hakkıyla tanısaydınız dualarınızla dağları yerinden oynatırdınız. (Hadis/Camius Sağir)

ve

Dua, müminin silahıdır ve dinin direğidir. Göklerin ve yerin nurudur. [Ramuz /13, 207] buyruluyor.

Ayrıca alttaki Hadis-i Şerif'in gösterdiği yol üzerine daima bir çaba içerisinde olmalıyız İnşAllah.

Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde eliyle onu düzeltsin, şayet buna güç yetiremiyorsa lisanıyla, buna da güç yetiremiyorsa kalbiyle buğuz etsin buda imanın en zayıfıdır. [Müslim]

Selam ve Dua ile.

8 Kasım 2012 Perşembe

İslamda Akrabalık İlişkilerinin Önemi (Ayet ve Hadislerle)

İslam Dini’nin, üzerinde ısrarla durduğu ahlaki ve sosyal değerlerden biri de akrabalara saygılı olmak, onlara şefkat ve merhamet göstermektir. Yakın ve uzak akrabalarımızın her bir ferdine samimi bir sevgi beslemek ve ilgiyi kesmemek, dini ve ahlaki görevlerimizden birisidir. Zira, bir âyet-i kerimede mealen, “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, emriniz altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez”[3] buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz de “Allah’a ve Ahiret gününe iman eden kimse akrabasını gözetsin” [4]“Hısım ve akraba ile ilgiyi kesenler Cennet’e giremez”[5]buyurmuştur.
Akrabalarımızdan sıkıntıda olanlara maddi ve manevi yardımda bulunmalıyız. Yardıma muhtaç olmayanların gönüllerini alıp, büyük olanlara saygılı davranarak, küçük olanlara şefkat ve merhametle muamele etmeliyiz. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), “Karşılık olsun diye yakınlarını ziyaret eden kimse gerçekten görüp gözeten değildir. Asıl ziyaretçi, kendisinden ilişki kesildiği halde ilişkisini kesmeyip sürdüren kimsedir.”[6]buyurmuştur.
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, akrabaya karşı yakın ilgi içinde bulunmak, bir fazilet ise de, sıla-ı rahmin gerçek manası daha farklıdır. Akrabamız bizden yüz çevirdiği bir zamanda onları arayıp hal ve hatırlarını sorar, durumları ile ilgilenirsek, işte o zaman akrabamıza karşı olan vazifelerimizi gerçek manasıyla yerine getirmiş oluruz. Ziyarete gelmeyen akrabayı ziyaret etmek, kötülük yapana iyilikte bulunmak ve onu affetmek kendi aleyhine bile olsa doğruyu ve hakkı söylemek; dini ve ahlâki meziyetlerdendir. Bu ziyaretler sırf Allah Rızası için olmalı, maddi menfaatlara dayanmamalıdır. Bunun içindir ki, dinimizde akrabalık görevlerini yerine getirenlere büyük mükafatlar vadedilmiştir.
Akrabalarımıza hatta bütün insanlara karşı maddi ve manevi her çeşit yardımda bulunmak güler yüz göstermek, tatlı dil kullanmak dini ve ahlaki bir görevimizdir.
Ne mutlu akrabasına karşı iyi muamelede bulunanlara ve onları unutmayıp hal ve hatırlarını soranlara!..
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahzab -70
[2] Riyazü’s-Salihin C.3, Sh.1610
 (1) Müslim İman 93 (2) R. Salihin 1/277
[3] Nisa-36
[4] Riyazü’s-Salihin Trc.C.1,S.348-H.no:312
[5] Riyazü’s-Salihin Trc.C.1,S.370-H.no:338
           [6] Hadislerle İslam (Tergib ve Terhib Trc.) C.1, S.155-H.no:22

6 Kasım 2012 Salı

İSLAMDA KOMŞULUK HAKLARI

بسم الله الرحمن الرحيم
KOMŞU HAKLARI
İnsan, hayatı başkalarıyla paylaşmak, beraber yaşamak, kendini güvende hissetmekle mutlu olur. Fıtri olan bu ihtiyacın karşılanmasında komşularımızın önemli yeri vardır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) iyi komşuya sahip olmayı kişinin mutluluğunu tamamlayan nimetler arasında sayar.[1] Bu sebeple ev almadan önce komşularımızın kim olacağına bakarız. İyi komşu aramak elbette önemlidir. Ancak iyi komşu olabilmek daha da önemlidir. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim de “Komşuya iyi davranın”[2] buyurmak suretiyle öncelikle iyi komşu olmayı emreder.
Toplum hayatında huzur, mutluluk ve güvenin tesisi için uyulması gerekli kurallar vardır. Bu kurallara uymak hukuki bir yükümlülük olduğu gibi aynı zamanda dini ve ahlâki bir görevdir. Bu anlamda komşularımızla iyi geçinmek, onları rahatsız etmemek ve sıkıntı vermekten sakınmak iyi bir komşu olmanın en önemli şartıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse komşusunu rahatsız etmesin”[3] buyurmuşlardır.
Komşularımıza zarar vermekten kaçınmak erdemli bir davranış olmakla beraber, hayırlı bir komşu olmak için yeterli değildir. “Komşunun hayırlısı komşusuna faydalı olanıdır”[4] prensibinden hareketle komşularımıza karşı daima güler yüzlü,  faydalı, halden anlayan, “kendisinden hayır umulan”[5] kimseler olmalıyız. Çevremize baktığımızda sevilen sayılan hatta, ölümünden sonra da rahmetle yad edilenlerin, komşularıyla iyi geçinen kimseler olduğunu görürüz. Buna karşılık, “en ufak bir yardımı bile esirgeyenler ise Rabbimiz tarafından “Yazıklar olsun onlara[6]denilerek kınanmış ve yerilmişlerdir.

 Komşularımızdan bir kısmı hoşlanmadığımız davranışlar içinde bulunabilirler. Bu durumda onlara husumet beslemek ya da uzak durmak yerine, onlardan gelen sıkıntılara mümkün olduğunca sabretmek, iyi niyet ve olgunlukla meseleleri düzeltmeye çalışmak, yapıcı yöntemlerle yanlışlarını görüp düzeltmeleri için onlara yardımcı olmak, şüphesiz daha doğru bir davranış olacaktır. Rabbimiz bu hususta bize şu tavsiyede bulunur: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman aranızda düşmanlık bulunan kimse sanki samimi bir dost gibi oluverir.”[7] Dinimizin üzerinde hassasiyetle durduğu komşularımıza karşı en temel görevlerimizi şöyle sıralamak mümkündür. Hastalandığında ziyaretine gitmek, borç istediğinde yardımcı olmak, darda kaldığında yardımına koşmak, bir nimete kavuştuğunda tebrik etmek, başına bir musibet geldiğinde teselli etmek ve öldüğünde cenazesinde bulunmaktır. Bunlara ilaveten selamlaşmak, hatırını sormak, hediyeleşmek, ikramda bulunmak, ziyaretleşmek gibi gönül alıcı davranışlar, komşularımızla iyi münasebetlerin gelişmesinde önemli katkılar sağlar.

Dini ve milli hasletlerimizden kaynaklanan komşuluk münasebetlerimiz devam etmekle beraber; modernleşme ve şehirleşme süreciyle birlikte büyük ölçüde zayıfladığı da bir gerçektir. Öyleyse beden ve ruh sağlığımızı da önemli ölçüde etkileyen komşuluk münasebetlerimizi ihmal etmeyelim. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisi şerifini kendimize ölçü edinerek dil, din, ırk farkı gözetmeden maddi- manevi ilgiye, sevgiye ve yardıma muhtaç olanları tespit edip onlara yardımcı olalım. Hutbemi bu husustaki bir âyet-i kerime meâli ile bitiriyorum “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altındakilere iyilik edin.”[8]

Alaaddin DEMİRYÜREK
Erenler Köyü Cami İmam-Hatibi/Şile



[1] A,Müsnedü’l-Mekki 3
[2] Nisa 4/36                     
[3] Buhari Nikah 80          
[4] Tirmizi Birr 28            
[5] Tirmizi,Fiten 76
[6] Maun 107/7
[7] Fussilet 41/34
[8] Nisa 4/36

Boş Zaman Değerlendirme ve Zaman Bilinci

    ZAMAN BİLİNCİ

"Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." (İnşirah Suresi, 7)

(Kıyamette, herkes ömrünü ve gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve ilmi ile amel edip etmediğinden sorguya çekilecektir.) [Tirmizi]

Peygamber efendimiz, (Dünya ahiretin tarlasıdır) buyurmaktadır. (Deylemi)     

Belki de hiçbir din, hiçbir kültür ve medeniyet, zamana son hak din İslâm kadar önem atfetmemiştir. Zaman, Yüce Rabbimizin insanoğluna verdiği nimetlerin en başında yer alır. Yeryüzündeki birçok nimetin alternatifi veya yitirilmişse telafisi mümkün iken, geçen hiçbir ânın geri getirilmesi asla mümkün değildir. Önemine binaen Kur’an-ı Kerim’de bazı sureler; Asr, Duha, Leyl, Fecr, Cuma, Felak gibi zaman ifadelerine yeminle başlar, isimlerini de bu ifadelerden alır. Yine pek çok ayette; dehr, karn, asr, sene, yaz-kış, ay, gece-gündüz, sabah-akşam, kuşluk vakti, zeval ve gurub vakti, gece yarısı, ân gibi vakitlerden söz edilir. Bazen “süresi elli bin yıl olan bir günden”[1] bazen de “göz kırpması veya daha az bir zamandan” bahsedilir.[2] Yüce Rabbimiz öyle bir zamandan söz eder ki, o vakit insan henüz adı anılan bir varlık bile değildir.[3] Yine Kur’an’da öyle bir saatten bahsedilir ki, kıyametin kopuşunun kastedildiği bu ânın ne zaman gerçekleşeceğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.[4] İşte Cenâb-ı Hakk’ın bu iki zaman dilimi arasında insanoğluna verdiği kesintisiz nimetin adıdır zaman. Biz insanlar açısından ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’le başlayan bu kesintisiz nimet, yüzlerce asırdır, binlerce neslin üzerinden akıp gitmiştir.
     
   Dinimizdeki sorumluluk anlayışına göre; “Yüce Allah, kişiyi ancak verdiğinden ve ancak gücü nispetinde sorumlu tutar”. Bu yüzdendir ki, her birimize ahirette sorulacak ilk soru, bir ayet-i kerimede de ifade edilen: “Dünyada ne ile meşgul idiniz? Ne yaptınız?” sorusu olacaktır.
    “İki nimet vardır ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.”[5] buyuran Sevgili Peygamberimizin ashabından birine söylediği şu hikmetli tavsiyesi ne kadar mânidardır: “Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi bil; ölümden önce hayatın, meşguliyetten önce boş zamanın, yokluktan önce varlığın, ihtiyarlıktan önce gençliğin ve hastalıktan önce sağlığın”[6]
      Ne var ki Allah ve Resulü’nün zamana verdikleri bu kıymet ve öneme paralel bir duyarlılığı bugün pek çok Müslümanda görebilmek maalesef mümkün değildir. Bırakın zamanın kıymetini bilmeyi, böyle bir nimet karşısında bizdeki duyarsızlık hatta vurdumduymazlık içler acısıdır. Oysa Müslümanlar olarak bizlerin sağlam bir zaman tasavvuruna sahip olmamız, zaman bilincini geliştirmemiz, zamanın bize verilen en değerli nimet olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Ne yazık ki dilimize ve kültürümüze de yerleşmiş olan “zaman çok kötü!” “zaman öldürmek”, “zamanım yok!” “zamane çocuğu!” “zaman sana uymazsa sen zamana uy!” şeklindeki söylenmeler, aslında zamana nasıl baktığımızın birer göstergesidir. Halbuki değeri bilindiği ve değerlendirildiği müddetçe zaman daima iyidir, mübarektir. Yaşadığı en küçük zamandan sorulacağı bilinciyle hareket edip zamanı değerlendirerek “iyi ve aydınlık” kılacak da, aksini yaparak onu “kötü ve karanlık” hâle getirecek de biziz.
     İster hicrî, ister milâdî olsun, Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi; “Allah katında ayların sayısı on ikidir.”[7] Birkaç hafta evvel hicrî 1433 yılına girdik; inşallah Pazar günü de milâdî 2012 yılına gireceğiz. Aslında bu, süresinin ne kadar olduğunu bilemediğimiz ömrümüzden koca bir yılın eksildiği, başka bir ifade ile ölüm gerçeğine bir yıl daha yaklaştığımız anlamına gelmektedir. Tam bu noktada, geçirilen 365 günün ardından bir muhasebe yapılması gerekirken, yeni bir yıla kavuşmanın sevinç ve heyecanıyla sırf ötekine özenerek ve öykünerek daha ilk geceden zamanı öldürmek ne kadar da düşündürücüdür!
      Oysa Yüce Rabbimiz, Resûl-i Ekrem Efendimizin şahsında her birimize; “Bir işi bitirince diğerine koyul.”[8] buyurmaktadır. Yine bizim kültürümüze göre “İki günü eşit olan ziyandadır.” Hutbemin başında okuduğum surede Yüce Allah şöyle buyurur: “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”
       Dolayısıyla Yüce Rabbimizden niyazımız, bize zamanı iyi plânlama ve iyi değerlendirme bilincini bahşetmesi; geçirdiğimiz yılın ve yılların iyi bir muhasebesini yapmamız; gireceğimiz 2012 yılının başta ülkemiz, gönül coğrafyamız ve İslâm âlemi olmak üzere tüm insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesi; hayırlarla dolu bolluk ve bereketler içinde bir yıl olmasıdır.
Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü (Diyanet İşleri Bşk.)



[1] Meâric 70/ 4.
[2] Nahl, 16/77.
[3] İnsan, 76/1
[4] A’raf, 7/187.
[5] Buhârî, Rikâk, 1.
[6] Hakim, el-Müstedrek, IV, 341.
[7] Tövbe 9/36.
[8] İnşirâh, 94/7.