16 Ekim 2015 Cuma

Medyada Her Çıkan Haberi Doğru Kabul Etmek İnancımıza Bakın Nasıl Zarar Veriyor

"Eğer bir fâsık size bir haber ile gelirse, durup araştırın. Yoksa bilmeden bir topluma vurursunuz da, yaptıklarınızdan dolayı pişman olursunuz."
(Hucurat Suresi / 6)

Bu âyet, şu çağın insanı olarak, beni özellikle düşündürür. Zira, yaşadığımız çağ, yeryüzünün iletişim olanaklarının gelişmesiyle bir köy gibi küçük geldiği, iletişim alanındaki müthiş ilerleme ile günün her saati bütün dünyadan haber almanın mümkün olduğu bir çağdır; lâkin, unutulan, bu haber ile bize gelenin, yani haberi getirenin niteliğidir. Küresel plandaki haber mercileri, gerçekten sözüne ve özüne güvenilir kişiler midir; yoksa, âyetin tarif ettiği 'fâsıklar'(günahkarlar) sınıfına mı girmektedir. Dünyanın haber ağı tekelini neredeyse tekelinde tutan Batılı haber kuruluşlarının-ajans, TV kanalı, gazete, dergi, radyo, hepsinin-yayın duruşu ve çizgisi 'fısk'(günahları ve yalanı yayma) ekseninde gelişiyor değil midir?



Belki doğrudan ulaşılması zor alanlardan dolaylı biçimde gelen haberlerdeki çarpıtma, saptırma ve yalan boyutu bir tarafa; ulaşılması pekâlâ mümkün alanlarda apaçık çarpıtmalar sergilenebiliyor. Öyle bir durum ki, özellikle şu diyarda ve şu ortamda, akşam masum bir insan olarak uyuyan birinin, fâsıkların ürettiği yalan haberlere binaen, sabahleyin zâlim iftirasıyla uyanması mümkün. Haklı bir sözün, fâsıkların sözü aktarırken giriştiği ekleme-çıkarmalarla, sözün sahibinin başına her türlü işler açar bir hale dönüştürülmesi mümkündür.


Şimdi, medyada sık sık çıkan iftira 'haber'ler karşısında durup düşünelim: Bu sözümona 'haber'leri, durup araştırmadan, tahkik etmeden, olduğu gibi alsak, ne olurdu? 
Meselâ, siyasî duruş itibarıyla sergilediği hikmetsiz ve hatalı tavırlar bir tarafa, idareci bir mü'mine doğruluğu kesin olarak ispatlanmamış vasıflar, hakarete varan sözler ve bazen hakaretler isnad etmek gibi, âyetle yasaklanmış ve hakkında ağır bir had konulmuş bir hususta apaçık bir zulme düşmüş olmaz mıydık? Keza, diğer haberleri olduğu alıp kabullensek, kaç türlü iftirayı boynumuza takmakla, kaç türlü günaha düşmüş olurduk? 


Zira medyadan kişilere yansıyan haberler büyük çoğunlukla sansasyonel olmakla birlikte, toplumun dikkatinin cerbeze(söz çarpıtma bilimi) ile daha çok çekilmesi amacı taşımaktadır.

Bazen zamanlarda-dönemlerde bazı yayın kuruluşları, herhangi bir menfaat karşılığında iftira ve yalancılık ile medya tetikçiliği vazifesini rahatça giyebiliyorlar.

Bu açıdan baktığımızda, neredeyse her medya organı muhakkak doğruluğu araştırılması gereken bir yapıya bürünüyor. Zira medyada temel amaç tolumun daha kalabalık bir kesiminin dikattini çekmek veya tetikçilik yapmaktır... Mü'mine düşen görev ise ayet-i kerimede gayet açık bir şekilde emredilmiştir.

Hele bir de, bu haberleri olduğu gibi kabullenip, sırf bu habere dayanarak bir mü'mine veya ona sempati duyanlara karşı hakaret, alay, hatta beddua gibi hallere düştüğümüzü düşünelim: Bir fâsık bir haber getirdiğinde, durup araştırmadan olduğu gibi almak, bizi pişman olacağımız hükümlere ve davranışlara atmıyor mu?


Gelin görün ki, bu konuda âyetin üzerimize yüklediği, yani üzerimize farz olan titizliği gösteren mü'minlerin varlığı bir yana, çoğu insan "Böyle olmuş," "Şöyle yapmış"larla hadiseyi duyduğu gibi aktarabiliyor; öylesi '-mış' ve '-muş'lara hüküm verebiliyor. Hele sözü edilen kişi, şahsen yakınlık duymadığı, hatta ihtilaf halinde olduğu bir gruba mensup ise, bu çukura düşülmesi daha bir kolaylıkla mümkün oluyor.


Velhasıl, bir mütevatir hadiste haber verildiği üzere, "kendilerinden şahitlik istenmediği halde şahitlikte bulunan" insanların yaşadığı bir çağda bulunuyoruz. Sonuçta, tahkiksiz bir nazarla televizyon karşısında oturup her duyduğuna inanan veya tahkiksiz bir akılla fâsıkların çıkardığı gazetelerin verdiği haberleri okuyan; böylece gözüyle görmediği hadisenin olduğuna, kulağıyla duymadığı sözün söylendiğine hükmeden; o hükümle Hesap Günü yüzünü kızartacak nice sözler ve davranışlar serdeden insanlar dolaşıyor aramızda.



Daha yirmidört saat geçmeden yalanlanan ve katil, hırsız, zani, zalim  gibi olmamış bir hali yakıştıran gazete manşeti, bu konuda ne kadar dikkatli olmamız gerektiğinin; "Bir fâsık bir haber ile gelirse, durup araştırın" emrine uymanın ne derece elzem olduğunun çarpıcı bir örneği olarak gözüktü bana.


O yüzden, bizi haksızca hükümlere sevkedebilen böylesi 'haberler'e ve bu haberleri
aktaran mecralara karşı elden geldiğince müstağni davranmalı. Bir şekilde o
mecralardan bize bir haber ulaşacak olduğunda ise, kesinlikle durup araştırmalı.

Aksi takdirde, bu dünyada yüzümüzü kızartıcı haksız söz ve davranışlara düşmemiz de;
öte dünyada, fayda vermeyen 'son pişmanlık'lar yaşamamız da mümkün gözüküyor.

Suriyeli Muhacirlere Ensar Olabilmek



İslam’da kardeşlik denince elbette ilk akla gelen Ensar ve Muhacir kardeşliğidir. Bu kardeşlik bilinmeden, anlaşılmadan gerçek kardeşliği kavramamız zor olacaktır. Peki, Ensar kime denir, muhacir kimdir?
Allah rızası için Mekke’de her şeyini bırakıp Medine’ye hicret etmiş bulunan, Müslümanlara muhacir, Mekkeli Müslümanlar muhabbet ve samimiyetle kucaklarını açan, ellerinden gelen her türlü yardımı onlardan esirgemeyen Medinelilere de Ensar denir.

Peygamber Efendimizin Ensar ile Muhacir arasında kurmuş olduğu kardeşlik müessesi, maddî-manevî yardımlaşma, Muhacirlerin yurtlarından ayrılmaktan dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilerle ısındırma, güç ve destek kazandırma gayesini güdüyordu.  Ensar ise göstermiş olduğu bu kardeşlikten son derece zevk alıyordu.
Bunun en canlı örneği Rasulullah tarafından birbirine kardeş ilan edilen Sa’d bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf’andır. "Ben mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım."  demişti. Büyük Sahabi, cennetle müjdelenen 10 kişiden biri olan Abdurrahman bin Avf’ın verdiği cevap yapılan teklif
Kadar ibretlidir. 
"Allah sana malını hayırlı kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış-veriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir" (2) buyurmuştur. 

Kur’an-ı Kerim Ensar ve Muhacir bu kardeşliğini samimiyetini, misafirperverliğini ve fedakârlığını Bize şöyle bildirir. "Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalplerinde yerleştirmiş olanlara gelince, onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler, kim nefsinin ihtiraslarından korunur ise, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir." (3)

Bizim şanlı tarihimiz de bu tür yardımlaşma ve dayanışma örnekleri ile doludur. Mazlumun yanında olmayı, zor durumda olanların yanında olmayı darda kalanlara el uzatmayı bir şeref ve onur sayan aziz milletimiz, orta doğuda Müslüman din kardeşlerimize de el uzatmayı ihmal etmemiş, özelliklede şu anda ülkemizde misafir olan Suriyeli kardeşlerimize kucak açmıştır.

Onlarla ekmeğini paylaşmış, işini paylaşmış ve onları “Allah’a ve Ahiret gününe inanan misafirine ikram etsin” (4) emri gereğince en güzel bir şekilde ağırlamıştır. Bütün dünya milletlerinin yapmadıkları yardımları yapmış, göstermedikleri misafirperverliği göstermiştir. İnsana, insan adına sahip çıkan çanlı milletimiz, bu davranışıyla bütün dünya milletlerine örnek bir tavır sergilemiştir. Yüce Rabbimiz, ülkelerindeki, karışıklık sebebiyle zor durumda olan Suriyeli kardeşlerimizin yardımcısı olsun. Onları yalnız bırakmayan ve en zor günlerinde yardımlarına koşup, Ensar – Muhacir kucaklaşması anlayışı içerisinde olanı misafir eden aziz milletimizi daim eylesin.

Yazımızı bir hadis-i şerifin mealiyle bitirmek istiyoruz. “Birbirinizle ilginizi kesmeyin. Birbirinize arka çevirmeyin, dargın durmayın. Birbirinize düşmanlık etmeyin, birbirinizi kıskanmayın. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Bir Müslümanın din kardeşine üç günden fazla dargın durması helal olmaz” (5) 

__________________________________________________
  1. Hucurat,49/10
  2. Riyazu’s-Salihin terc. C.3, S.140.
  3. Haşr 59/9 
  4. Buhârî, Edeb, 31, 85;
  5. Buharı, Nikâh 45, Edeb 57-58

Hazırlayan: Hatip Şerif IŞIK

9 Ekim 2015 Cuma

Dinimizin Temel Unsurlarını Nasıl Öğreneceğiz ? (Hadis-i Şerif Işığında)

Resulullah(a.s.m)'ın aşağıda vereceğimiz hadis-i şerifi dinimizin temel unsurlarını bize öğretmektedir:

Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hali olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:
- Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet  etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdu. Adam:
- Doğru söyledin dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam:
- Şimdi de imanı anlat bana, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” buyurdu.
Adam tekrar:
- Doğru söyledin, diye tasdik etti ve:
- Peki ihsan nedir, onu da anlat, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.
Adam yine:
- Doğru söyledin dedi, sonra da:
- Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir” cevabını verdi.
Adam:
- O halde alâmetlerini  söyle, dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- Annelerin, kendilerine câriye muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalarda birbirleriyle yarışmalarıdır ” buyurdu.
Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
- Allah ve Resûlü bilir, dedim.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi” buyurdu.
Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6; İbni Mâce, Mukaddime, 9
Açıklamalar
Kurtubî’ye göre sünnetin esası (ümmü’s-sünne) denilmeye lâyık ve “Cibril Hadisi” diye meşhur olan hadisin konumuzu doğrudan ilgilendiren kısmı, “Sen Allah’ı görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” cümlesidir. Bu ise, yukarıdaki âyetlerde yer alan ilâhî gözetim ve denetimin tasdik ve itirafıdır. Kullukta kalite işte bu noktanın bilincine varmakla gerçekleşebilecektir.
Dinimizin temel kavramları hakkında önemli tarifler ihtivâ eden hadis üzerinde, konuyu dağıtmayacak ve fakat merak giderecek kadar durmakta fayda görüyoruz.
Öncelikle Cebrâil aleyhisselâm’ın farklı bir şekilde gelip Hz. Peygamber’e sokulması ve sonra ismiyle hitâbetmesi, talebe gibi soru sorup hoca gibi cevapları doğrulaması oradaki müslümanların dikkatlerini tam olarak çekmek, öğrenimlerini kolaylaştırmak içindir. Çok medeni görünüşüne rağmen bedevi Araplar  gibi Hz. Peygamber’e ismiyle hitabetmesi, meleklerin, müminlerle aynı yükümlülükleri taşımadıklarını göstermektedir. Aralarındaki özel dostluktan kaynaklanmış olması da düşünülebilir.
Cebrâil aleyhisselâm’ın sırasıyla İslâm, iman, ihsân ve kıyameti sorması da Hz. Peygamber’e yöneltilecek soruların temel meselelerle ilgili olması gerektiğini göstermektedir.
İslâm’ın beş şartının ve imanın altı esasının tam olarak sayılması ve kadere imanın ayrıca vurgulanması, dindeki bütünlüğü ve en çok tartışma konusu olacak noktayı işâret anlamı taşımaktadır.
“İhsan”ın “Allah’ı görüyormuşcasına kulluk etmek” şeklinde tarifi “müslüman kişi”nin kalitesini pek veciz olarak ortaya koymaktadır. Allah tarafından görülmek, O’nu  görüyormuş gibi davranmak için yeterli sayılmıştır. Bu mü’minde sürekli bir kendi kendini denetim (murâkabe) şuuru geliştirecektir. Merkezinde ihsanın bulunduğu bir iman ve İslâm anlayışı ve hayatı herhalde ideal hayattır.
“Kıyametin ne zaman kopacağı” müşterek merak konusudur. Önceki sorulara kolaylıkla cevab veren Hz. Peygamber, bu konu sorulunca Allah’tan başka herkesin bilemeyeceği bir şeylerin olacağını da belgeleyen o tatlı cevabını veriyor:
“Kendisine soru yöneltilen (ben), bu konuda soru soran senden daha bilgili değilim.”
Hz. Peygamber “bilmiyorum” demenin ayıp olmadığını böylece biz ümmetine öğretmiş olmaktadır. Peygamberler ancak Allah’ın bildirdiği kadar gaybı bilebilirler.
Kıyametin ne zaman kopacağı  kadar, alâmetlerinin de merak konusu olduğu açıktır. Bu sebeple Cebrâil’in “bari alâmetlerini söyle” diye istekte bulunması pek tabiîdir. Bu suâle Hz. Peygamber, toplumun ahlâk ve ekonomik yapısındaki iki olumsuz gelişmeyi haber vermekle yetinmiştir. Câriyenin hanımefendisini (bir başka rivayete göre, efendisini) doğurması ki, bunu “anaların kendilerine câriye muamelesini revâ görecek âsî çocuklar doğurması” olarak anlamak lâzımdır. Nitekim bir rivayette “câriye” yerine “kadın” kelimesi yer almaktadır. Tercümeyi buna göre yaptık. Kölelik kurumunun resmen kaldırılmış olması, şerhlerde yer alan câriye-köle merkezli açıklamaları bugün için geçersiz kılmaktadır. 
Kıyâmetin bir başka alâmeti de lüks ve refâhın, dünün fakirlerini büyük ve lüks binalar yapmakta yarışa sokacak kadar artmasıdır. Dünyanın, bütün zenginliklerini insanlara sunmasıdır. Bunun anlamı, servet ve paranın yegâne değer ölçüsü hâline gelmesi, hizmete değil, tüketim ve gösterişe son derece düşkünlük gösterilmesi demektir.
“Size dininizi öğretmek için gelmişti” cümlesi, yerinde soru sormanın bir çeşit öğretim anlamı taşıdığını göstermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Melekler insan kılığına girebilirler. Konuşabilirler, konuşmalarını insanlar da duyabilir.
2. İman, dinin esaslarını kabullenmek, İslâm ise, şer’î fiilleri yerine getirmektir. Binaenaleyh bu ikisi kavram olarak ayrı olmalarına rağmen, gerçekte biribirlerinden ayrı değildir.
3. Gücü yetenin kelime-i şehâdeti açıkca söylemesi, müslüman muamelesi görmesi için gereklidir.
4. Eğitim-öğretimde soru-cevap usûlü geçerli bir yoldur.
5. İlim adamlarına ve ilim meclislerine saygı göstermek esastır.
6. Kıyametin ne zaman kopacağını Allah’dan başka kimse bilemez. Bu konudaki söylentilere ve tahminlere asla aldanmamak, kulak asmamak gerekir.
7. İşlerin, üstesinden gelemeyecek olanların eline geçmesi, itaatsizliğin artması ve aile yapısının sarsılması kıyamet alâmetidir.
8. Müslümanın daima Allah’ın gözetimi (murâkabesi) altında olduğu bilinciyle yükümlülüklerini yerine getirmesi, sorumluluklarına sahip çıkması gerekmektedir.
9. İhsan ve murâkabenin iki derecesi vardır: Kulun “Allah’ı görüyor gibi” yaşaması, birinci derecedir. “Kendisini Allah’ın gördüğü şuuruna sahip olması” ise, ikinci derecedir.

Prof.Dr.Yaşar Kandemir - Riyazü's Salihin