13 Aralık 2011 Salı

Hristiyanlıktaki Yılbaşı Adetini veya Noel'i Kutlamanın İslama Göre Hükmü Nedir ?

Yılbaşı ile Noel birbirinden farklıdır; fakat Noel kutlamalarının devamı sayılabileceğinden yılbaşı gecesi onlar gibi eğlenmek, çam kesip evi çamla süslemek caiz olmaz. Çünkü bayramlarında onlar gibi eğlenmek, onlara benzemek olur.

Onlarla aynı gayeyi, aynı amacı paylaşmasa bile müslümanın onlara benzemesi özenmesi İbn Ömer'in Rasûlullah (s.a.)dan naklettiği delille haramdır.
"Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır." ( Ebu Davud, libas)
Amr b. Şuaybin babasından, onun da dedesinden yaptığı rivayete göre Rasulullah (s.a.) efendimiz.
"Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir" (Tirmizi, istizan 7) buyururlar.
Dolayısıyla Yahudi ve Hıristiyanlar bizden olmadıklarına göre onlara benzemeye özenmemeliyiz.
Ebu Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste Peygamber (s.a.) şu şekilde buyurur:
"Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz." (Tirmizi, istizan 7, edep 41)

Din kitaplarında buyuruluyor ki:
Noel günü ve gecesinde, kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapan küfre girer.

Yılbaşı münasebetiyle Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerinde milyonlarca çam fidanı Noel hurafesi uğruna kesilip yok edilmektedir. Hıristiyan ülkelerde olduğu gibi, Müslüman ülkelerde de bu cinayetler işlenmemeli. Hıristiyanlara benzememek için yılbaşı gecesi hindi yememeli! Yenirse mekruh olur. Birkaç gün sonra yenebilir. Kumar oynamak, tombala çekmek gibi oyunlar ise zaten her zaman caiz değildir. Bu gece, gayrı müslimlere benzemek gayesiyle çeşitli yiyecek, içecek almak da caiz olmaz.

Her zaman ne alınıyorsa onları almakta mahzur yoktur. Bu geceye ayrı bir önem vermemelidir.


Hz. Ömer bu meydanda müminlere şöyle tavsiyede bulunur:

"Müşriklerle sıkı ilişkiler içersine girmekten ve kiliselerindeyken yanlarına gitmekten sakinin."

Rivayetlere göre Hz. Ömer müslüman beldelerinde törenlerim açıktan yapmamalarını onlara şart koşmuştur. Müşriklere tören ve geleneklerini (başkalarını etkileyecek şekilde) açıktan icra etmeleri yasaklanmışken müslüman nasıl olur da onların yaptıklarını yapar? Diğer taraftan müslümanların onlara benzeme gayretleri, tören ve bayramların açıktan yapılması konusundaki onların arzu ve cesaretlerini arttırmıştır. Halbuki müşriklerin söz konuşu törenlerini alenen yürütmekten men edilişlerindeki sebep, bunların bozulmaya yol açabileceği, yani müslümanlar üzerinde kötü tesir bırakabileceği endişesinden kaynaklanmıştır. Çünkü bu tip adet ve gelenekler ya bir masiyet ya da bir küfrün sembolü mesabesindedir. Müslümansa bu hareketlerin tamamından men edilmiştir.

Yalnız Hıristiyanların değil, Yahudilerin ve bütün bâtıl dinlerin ibadetlerini yapmak, onlara benzemek olur. Mesela 21 Martı Nevruz Bayramı diyerek kutlamak da böyledir. Kâfirlerin ibadetleri ve çirkin işleri hariç, mubah olan âdetlerini yapmakta mahzur yoktur. Yani onlara benzemiş olunmaz.

Noeli kutlamak asla caiz değildir. Bir zaruret olursa, caiz olur. Mesela devletlerarası protokolde zaruret olduğu için kutlamak caiz olur. Fakat, Noel ile ilgisi olmayan yılbaşında bir Müslümana tebrik kartı yazıp, yeni bir yılın insanlık için, Müslümanlar için hayırlı olmasını dilemek günah değildir. Yahut, (yeni yılın kutlu olsun) diyene, (seninki de kutlu olsun) demek günah olmaz. Bu inceliği anlamalıdır.

Müslüman her gece neleri yapıyorsa, bu gece de onları yapmalıdır! Sanki mübarek geceymiş gibi mevlid okutmak, sohbetler düzenlemek uygun değildir. Bu gecenin diğer gecelerden farkı yoktur. Bu geceye değer veriyormuş gibi hareket etmek doğru değildir. Müslüman her gece neleri yapıyorsa, bu gece de onları yapmalıdır.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Vaktimizi Değerlendirmek ve Boş İşlerden Kaçınmak

"Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." (İnşirah Suresi, 7)

(Kıyamette, herkes ömrünü ve gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve ilmi ile amel edip etmediğinden sorguya çekilecektir.) [Tirmizi]

Peygamber efendimiz, (Dünya ahiretin tarlasıdır) buyurmaktadır. (Deylemi)

Burada ne ekilirse, ahirette o biçilecektir. Boş vakit fırsat ve ganimettir. Faydalı iş yapmadan vakit geçirmek, vakti öldürmek olur. Dünyada yapılan her işin, her nefesin hesabı kıyamette muhakkak sorulacaktır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil! İhtiyarlıktan önce gençliğin, hastalıktan önce sağlığın, meşguliyetten önce boş vaktin, fakirlikten önce zenginliğin ve ölümden önce hayatın kıymetini bil!) [Ebu Nuaym]

Ömür, ilim, mal ve beden, Allahü teâlânın kullarına verdiği bir sermayedir. Bu sermayeyi Allahü teâlânın bildirdiği yerlerde harcamalıdır. Vakit geçtikten sonra pişmanlığın faydası olmaz. Onun için gençliğin, malın, sağlığın kıymetini bilmeli, dünyada ahireti kazanacak işler yapmalıdır.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Daha vakti var, ilerde yaparım, demek, şeytanın mü'minlerin kalplerine bıraktığı bir vesvesedir.)(Ramuz)
(Malayaniyi terk etmek, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir.) [Tirmizi]
(Malayani ile meşgul olanın hatası, günahı çok olur.) [El-Askeri]
(Kıyamet günü günahı en çok olan malayani konuşandır.) [Ebu Nasr]

Uhud'da şehid olan bir gencin annesi, (Oğlum sana Cennet müjde olsun!) dedi. Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(Ne biliyorsun, belki malayani konuşurdu.) [Tirmizi]

Peygamber efendimiz Ebu Zer hazretlerine de buyurdu ki:
(Sana bedene hafif, fakat terazide ağır [ahirette sevabı çok] olan bir amel öğreteyim! Şükür et, güzel ahlaka sahip ol ve malayaniyi terk et!) [İbni Ebiddünya]

"İman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır." (Bakara Suresi, 25)

5 Aralık 2011 Pazartesi

Aşure Günü Neler Oldu. Bilmek İster Misiniz ?


Aşure Günü Neler Oldu. Bilmek ister misiniz ?

1- Allah, Hz. Musa’ya aşure gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.

2- Hz. Nuh, gemisini Cudi Dağı’nın üzerine aşure günü demirlemiştir.

3-
Hz. Yunus, balığın karnından aşure günü kurtulmuştur.

4- Hz. Ádem’in tövbesi aşure günü kabul edilmiştir.

5- Hz. Yusuf, kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan aşure günü çıkartılmıştır.

6- Hz. İsa o gün dünyaya gelmiş ve o gün semaya yükseltilmiştir.

7- Hz. Davut’un tövbesi o gün kabul edilmiştir.

8- Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.

9- Hz. Yakup’un, oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.

10- Hz. Eyyüb, hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

Peygamberimizin(a.s.m) vefatından sonra da torunu Hz. Hüseyin, 10 Muharrem’de şehit edilmiştir. Rahmetle anıyoruz.


Soru: Aşure günü oruç tutmak sünnet midir? Tutalım mı?

Muharrem ayında ve aşure günü oruç tutmak sünnettir.
Yalnız aşure günü, yani Muharrem’in onuncu günü oruç tutarken bunu bir gün önce veya bir gün sonrayla birleştirmemiz uygun olur.
Yani, 9-10 veya 10-11 günleri oruç tutulmalıdır.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Hz.Peygamber (s.a.v)'in Engellilere Karşı Örnek Yaklaşımı

Resulullah bir Hadis-i Kudside buyuruyor ki: " Allah (z.c.hz.) buyuruyor: "Ben bir kimsenin gözlerini ama ettiğimde ona mukabil kendisine Cennet veririm."
(Ravi: Hz. Câbir (r.a.)  Ramuz el Hadis / 327, 6)


Hz. Peygamberin engellilerle ilgili uygulamalarını ele alırken , konuyu bedensel ve zihinsel engelliler olmak üzere iki kısımda değerlendirmek gerekir. Bedensel engellilerin başında görme engelliler (a’malar) gelmektedir. Çünkü o dönemde hastalık sebebiyle ve bunun yanında savaşların ok ve mızrak gibi delici aletlerle yapılmasından dolayı toplumlarda görme kabiliyetlerini kaybeden insanların hayli fazla olduğu görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de a’ma kelimesi, çoğu yerde manevi körlük anlamında kullanılmıştır. (Ör: A’raf,179; Hacc,46). Abese suresinde, özel olarak a’maların ve genel olarak engellilerin haklarına ve onlara gerekli ilginin gösterilmesi gerektiğine dikkat çekmek için Abdullah b.Ümmi Mektum’un adı verilmeden “a’ma” diye bahsedilmektedir. (Abese, 1-10)

Hz. Peygamber (sav)’in hadislerinde daha çok görme engellilerle ilgili hükümler yer almaktadır. O, görme engelli olup da sabredenlerin cennetle ödüllendirileceğini bildirmiştir. Bir Hadis-i Kudsi’de Yüce Allah; “Herhangi bir kulumu gözlerinden mahrum bırakmak suretiyle imtihana tabii tuttuğumda, sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm” (Buhari, Merda,7) buyuruyor. İnsanın dış dünyaya açılan penceresi konumundaki gözlerini kaybetmesi, elbette kişi için bir meşakkattir, oldukça zor bir imtihandır. Kaybedilen nimetin kıymeti ölçüsünde onun yokluğuna sabretmenin güçlüğü ve buna bağlı olarak da değeri artmaktadır. Bu sebeple, hadiste de ifade edildiği gibi, iki gözünü kaybettiği halde, şikayet etmeyip sabredebilen kişiye Allah Teala, cennetini vereceğini bildiriyor. Cennete ulaşmak kolay olmadığına göre, gözleri kaybına sabretmek, zoru başarmak demektir.

Rasulullah (sav)’in görme engellilere karşı davranışlarında en güzel örneğini Abdullah b.Ümmi Mektum’a karşı tutumunda görmek mümkündür. Onu Mescid-i Nebevi’de müezzin olarak görevlendirmiştir. Bunun yanında, kendisini kamu görevlerinin en üst kademesinde, kendi yerine vekil,başka bir ifade ile devlet başkanı vekili olarak istihdam etmiştir; Veda Haccında ve Uhud Savaşına gidişi de dahil, çeşitli vesilelerle Medine dışına çıktığında on üç defa Medine’de onu vekil bırakmıştır.
İslam’da engellilerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah Bin Ümmi Mektum vesilesiyle mümkün olmuş; engellilerin vekil bırakılmaları, imamlık yapmaları, savaşa iştirak etmeleri, farz namazlara katılmaları, korunma amacıyla köpek beslemeleri gibi konular açıklık kazanmıştır. Hz. Peygamber (sav) , namazlarda Abdullah Bin Ümmi Mektum ve diğer görme engellilerin imamlık yapmalarına izin vermiştir.

Rasulullah (sav) , durumlarına göre engellileri çalışmaktan alıkoymamış, onların ticaret yapmasını kolaylaştırıcı hükümler getirmiştir. Bununla birlikte, engellileri güç yetiremeyecekleri işlerden de muaf tutmuştur. Zaten Kur’an-ı Kerim’de, sorumluluğun kişinin gücü ile orantılı olduğunu, kişilere güçlerinin üstünde sorumluluk yüklenmeyece- ğini ifade eden genel hükümlü ayetler (Bakara,286; En’am, 152; A’raf,42) yanında, engellilerin mazeretleri sebebiyle bir kısım yükümlülüklerden muaf tutulacaklarını konu edinen özel hükümlü ayetler (Fetih,17; Nur,61) de mevcuttur. Hz. Peygamberin uygulamaları da bu doğrultuda şekillenmiştir. Örneğin; Ensardan Seleme oğullarının başkanı Amr bin Cemuh, yürürken topallıyordu. Bedir Savaşına katılmak istedi; ancak Hz. Peygamber (sav) , onu savaştan muaf tuttu. Daha sonra Uhud Savaşına katılmak istedi; oğulları, Bedir Savaşını örnek göstererek, ona engel olmak istediler. Bunun üzerine Amr, oğullarına; “Siz beni Bedir Seferinde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz” diyerek, onları Rasulullah (sav)’e şikayet etti. Peygamberimiz, ona, mazereti olduğunu, bu sebeple savaşla yükümlü bulunmadığını bildirdi. Ancak Amr’ın ısrarı üzerine izin verdi. Oğulların da babalarını savaşa gidip gitmemekte serbest bırakmalarını söyledi. Savaşa katılan Amr, sonunda, hep arkasında savaşan ve onu korumaya çalışan oğlu ile birlikte şehid düştü. Rahmet Peygamberi (as) , bir hadisin- de, onun cennette sapasağlam ayaklarla yürüdüğünü haber vermiştir. (İbn Hanbel, Müsned, V, 299)

İbn Abbas, Ata b.Ebi Rebah’a; “Sana cennet ehlinden bir kadını göstereyim mi?” dedi. Ata; “Evet, göster” dedi. İbn Abbas; “İşte, şu siyah kadındır ki; bu kadın, Hz. Peygambere geldi ve ‘Sara hastalığım tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua edin’ dedi. Rasulullah (sav) ; ‘İstersen sabreder, cennetlik olursun; istersen sana afiyet vermesi için Allah’a dua ederim’ dedi. Bunun üzerine kadın; ‘O halde sabredeceğim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz’ dedi. Peygamber (as) da ona dua etti.” (Buhari, Müslim)

Toplumun her kesimi ile ilgilenen Hz. Peygamber (sav)’in, zihinsel engellilerle ilgilenmemesi ve onları ihmal etmesi düşünülemezdi. Nitekim, akıl hastalarının dini yükümlülüklerden muaf tutulduklarını şu sözleri ile dile getirmişlerdir: “Üç kimseden sorumluluk kaldırılmıştır: Buluğ çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından.” (Buhari, Ebu Davud,Tirmizi) bu hadis, zihinsel engellilerin sorumluluklarının çerçevesinin belirlenmesinde temel teşkil eden başlıca delillerdendir.

Hz. Peygamber (sav) , sağlıklı insanların engellilerle ilişkilerini yönlendiren ahlaki düzenlemelerde de bulunmuştur. Nitekim, görme engelli bir kimseye yol göstermeyi, sağıra ve dilsize laf anlatmayı sadaka olarak telakki etmiştir. (İbn Hanbel,V,169)

Sevineceğimiz, huzur duyacağımız şeylerle karşılaşmayı nasıl tabii buluyorsak, zaman zaman bizi üzecek bir olayla, musibetle, hastalıkla, felaketle karşılaşmayı da tabii bulmalıyız. Musibetleri, felaketleri ya da başımıza gelen bir hastalığı tabii karşılamanın en iyi yolu, sabırdan geçer. Şurası da unutulmamalıdır ki; karşılaşılan felaketler, hastalıklar yaptığımız hatalara kefarettir. Sevgili Peygamberimiz (sav) ; “Yorgunluk, hastalık,tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar, müslümanın başına gelen her şeyi Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhari, Müslim) sözüyle bu müjdeyi vermektedir.

Ne mutlu, karşılaştığı bütün zorluklara, hastalıklara, musibetlere, felaketlere sabredip, mutlu sona erişenlere...

KAYNAK:“ DİYANET” DERGİSİ, Sayı 132, Sayfa 40-43

30 Kasım 2011 Çarşamba

Af, Mağfiret ve Günahların Affıyla ilgili Ayet Ve Hadisler

























"Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir" En’am  Suresi/ 120 

Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (S.a.v) (bir hadis-i kudsi'de) Rabbinden naklen buyururlar ki:

"Bir kul günah işledi ve: "Ya Rabbi günahımı affet!" dedi.
Hak Teâla da: "Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır."
Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim günahımı affet!" der.
Alllah Teâla Hazretleri de:
"Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır."
Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim beni affeyle!" der. Allah Teâla da:
"Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle muâhaze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni affettim!" buyurdu."

Kaynak: Buhari, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29, (2758).


"Duanın efdali, Rabbinden,dünya ve ahiret için af ve afiyet dilemektir.Dünyada ve sonra da ahirette bu oldumu sen iflâh oldun demektir." [Ramuz]


İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir "

Kaynak: Ebû Dâvûd, Vitir 26. İbni Mâce, Edeb 57

(Â’raf / 33) De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır
(Bakara / 276) Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez
(Al-i İmran / 135) Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler

(Câsiye / 7) Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin!

(Mutaffifin / 14) Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir

(Nisa / 31) Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız

Necm / 32 Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir Bunun için kendinizi temize çıkarmayın Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir

17 Kasım 2011 Perşembe

Edep, Haya ve İffetin Önemi ve Hayatımızdaki Yerleri

Edep; akıl ve hikmete muvafık hareket edip, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği gibi yaşamaktır. Hayâ ise, utanma ve ar duygusu olup, utanç verici durumlardan sakınmak ve nefsin süfli arzularını terk etmektir.

Edep, bütün hallerde istikamet ve iyilik üzere bulunmaktır.

Edep, aklı ikmal eden, onu nurlandıran, imanı kemale erdiren, insanı ruhen terakki ettirip saadet ve selamete kavuşturan en hayırlı bir sermayedir.

İffet, hayâ, haysiyet ve istikamet gibi güzel ahlâktan mahrum olan fert ve cemiyetler,  fen ve teknik sahasında ne kadar terakki ederlerse etsinler, hüsrandan kurtulamaz ve huzurla yaşayamazlar. Bu meziyetlerden mahrum bulunan fertler, ne kadar münevver, ne derece tahsilli, ne nisbette sanatkâr da olsalar, o millet, bu fertlere istinaden bir ahenkle terakki edemez. Bu bakımdan, fert ve cemiyeti iman, ahlâk, fazilet, irfan, ilim, edep ve hayâ  ile  teçhiz etmek lazımdır ki maddi ve manevi terakki edilsin. Edep ve irfan sahibi olanlar, hayatını nizam ve intizam içinde geçirir ve huzur ile yaşarlar. İnsanlığın ruhu, hakikati ve ziyneti olan edep ve terbiyenin; fert ve cemiyet için ehemmiyeti aşikârdır. Şu harika beyit de bu hakikati çok veciz bir şekilde ifade etmektedir:

Edep bir taç imiş nur-u Huda’dan
Giy ol tacı, emin ol her beladan

Bazı zatlar: “Edep kelimesi, elif, dal ve be harfinden ibarettir. Elif, kişinin eline, de harfi kişinin diline, b harfi de beline sahip olmasına işaret eder.” Demişlerdir.  İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmak, onları tahkir etmek edebe muhaliftir.  Edep abidesi ve hayâ timsali olanlar, kendisine hakaret edenleri affeder, hiç kimseye kötülük düşünmez ve fenalık yapmazlar; karşısındaki kişi edep ve hayâdan mahrum olsa bile, onu insanlar arasında küçük düşürecek ve mahcup edecek hareketlerden sakınırlar.

Yetim kimse anası ve babası olmayan değil, ilim ve edebi olmayandır. Asıl fakir; malı mülkü olmayan değil, ilim ve edepten mahrum olandır. Çünkü nimet ve servetlerin en büyüğü ilim ve edeptir. Bu nimetlere nail olan, edebi sayesinde nail olur. O nimetleri kaybeden de edebi terk ettiği için kaybeder. Bu bakımdan, edepten mahrum olan bir kimse, hakka ve hakikate ulaşamaz. Dünyada rezil, rüsva olduğu gibi ahirette de cezaya maruz kalır. Edebini yitirmiş bir kimse, en tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalıktan daha tahripkârdır. Edep, hayâ ve iffetten mahrum olan insan ilim, makam ve rütbe bakımından ne kadar yükselirse yükselsin faziletli sayılamaz. Çünkü asıl fazilet ve kemal, ilim ile ahlakın ittihat etmesiyle mümkündür. Edep ve hayâdan mahrum olan kimseler, huzur ve saadetle yaşayamadıkları gibi, bazen haysiyet ve şereflerini de kaybederler.

Eskiden evlerin ve iş yerlerin duvarlarına “Edep Ya Hû!” yazılı levhalar asılıyordu. “Edep Ya Hû” sözünün fert ve cemiyet için ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar büyük bir hazine olduğu şimdilerde daha iyi anlaşılmaktadır.

Edep ve iffet namusun perdesidir. Namus ancak edep ve hayâ ile muhafaza edilir. Hayat denilen şey edeptir. İlahî sırlardan bir sır olan edep, insanın en büyük ziyneti ve nurudur.  Evet, edep insan-ı kâmilin meftun olduğu, fakat şeytanın ve şeytan gibi insanların hoşlanmadığı güzel ahlakın en önemli şubelerindendir. Edep ve iffetin düşmanı edepsizliktir. Edep her zaman takdirle, hayâsızlık ise lanetle yâd edilir. Bu bakımdan, her Müslüman’ın en önemli vasfı edep, hayâ ve nezaket olmalıdır. Zira, mütedeyyin kimselerin en büyük şiarı bunlardır. İnsanın bedeni gıdalara muhtaç olduğu gibi, aklı da ilim ve edebe muhtaçtır.

İnce düşünce, hassasiyet, nezaket, zarafet, edep ve hayâ insanî münasebetlerde de çok önemlidir. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak, yaşlılara hürmet etmek, konuşan herhangi bir kimsenin sözünü kesmemek, meclis içinde fısıltılı veya gizli konuşmamak ve kahkaha ile gülmemek de edep ve hayâdandır. İnsanları aşağılamak, onlarla alay edip küçük düşürmek, su-i zanda bulunmak, insanların gizli hallerini araştırmak ve lakap takmak da edebe aykırıdır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar (alay edilenler) kendilerinden (alay edenlerden) daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasınlar. Belki alay edilenler, alay edenlerden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi kötü lakab ile çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötüdür.  Kim tövbe etmezse işte o zalimlerin tâ kendisidir.” (Hucurat, 49/11) Devamındaki ayette ise şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirini
zin gizli hallerini araştırmayın.” (Hucurat, 49/12) Cenab-ı Hak, bu ayetlerle kullarına edep ve hayâ dersi vermektedir.

İslam dininde edep, kişinin her halinin murakabe altında olduğunun şuurunda olmasıdır. Nefsini ıslah edip iffet, vakar, hilim, sabır, nezaket, zarafet ve tevazu gibi hasletlerle edeplenenler, Allah’a yakınlaşır ve O’na dost olurlar.

Evet edep; şeytanın ve nefs-i emarenin boynunu büken, onu ayaklar altına alıp mağlup eden ve insanı maksuduna kavuşturan en emin vasıtalardan biridir. Bir ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl Suresi 16/90)

Cenab-ı Hak Edebin Bütün Çeşitlerini, Edep Timsali Hz. Muhammed’de Cem Etmiştir

Her güzel haslette olduğu gibi edep ve hayâda da bütün insanların en üstünü, en mükemmeli Hz. Peygamber’dir (asm). En mükemmel rehber olan Zat-ı Ahmediye (asm) ilâhi hakikatleri beyan ve ifade ederken sözlerine ve üslubuna azamî derecede dikkat ederdi. Hz. Peygamber (asm) söze nazik bir şekilde başlar, mülâyemetle hitap ederdi.  Sözlerinin tesirini kıracak nahoş hareketlerden ve muhataplarını rencide edecek, onların kalplerini kıracak ve nefretlerini celp edecek sözlerden son derece sakınır ve sakındırırdı. Herhangi bir kimse sözünü bitirmeden söze başlamazdı. Muhataplarını dikkatlice, muhabbetle ve sonuna kadar dinlerdi. Musafaha ettiği kimse elini çekmeden, o elini bırakmazdı. İyiliğe mükâfatla, kötülüğe ise af ile mukabelede bulunurdu. Yüksek sesle konuşmazdı. Daima mütebessim idi. Ömründe bir defa bile kahkahayla güldüğü görülmemiştir. Onun gülmesi tebessümden ibaretti. Daima başı önde yürürdü.

Allah Resulü (asm) kimsenin kusurunu görmez, görse bile yüzüne vurmazdı. Kendisine bir kimsenin hoş olmayan bir şeyi yaptığı bildirilince; “Falan kimse neden böyle yapıyor? Niçin böyle söylüyor?” demez. “Neden böyle yapıyorlar? Niçin böyle söylüyorlar?” şeklinde konuşur ve böylece o kimseyi ikaz eder, edebe muhalif söz ve davranışından vazgeçirirdi.

Hazret-i Aişe Validemize (r.a);  “Hz. Peygamber’in ahlakı nasıldır?” diye sorulunca, “Onun ahlakı Kur’an idi.” diye cevap vermiştir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ve muhakkak ki sen, pek büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)

Peygamber Efendimiz (asm) Kur’an’ın hariçte tecessüm etmiş bir şeklidir. Zira o, Kuran’ın bütün hakikatlerine güneş gibi bir ayna idi. Peygamber Efendimiz (asm) bütün güzel ahlakın her bir şubesinin en son mertebesinde bulunan yegâne şahsiyettir ve hiçbir kimse ile mukayese edilmeyecek derecede hayâ ve edep timsalidir. Dost ve düşmanın ittifakıyla sabittir ki, Hz. Muhammed (asm) gençliğinden beri edep, hayâ, iffet, nezahet ve ismet timsali olarak yaşamıştır. Bu ahvali bütün Arap kabilelerini kendisine meftun etmişti.

Peygamber Efendimiz de (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Utanmadıktan sonra dilediğini yap” (Buhari, Edeb, 78; Ebu Dâvûd, Edeb, 6)  Hz Peygamber (asm) nübüvvetinin ilk yıllarında sık sık tekrar ettiği bu hadis-i şerif, hayâ duygusunun ne kadar ehemmiyetli olduğunu, hayâsızlığın ise ne kadar büyük bir ayıp ve tehlike olduğunu ifade etmektedir.

Edep ile mümtaz olan kimselerde hamiyet, mürüvvet, âlicenaplık gibi âli hasletler tezahür eder. Böyle kimseler de hem kendilerine, hem ailelerine, hem de milletine ve vatanına faydalı olurlar. Din, vatan, edep ve namus yolunda hayat feda edilir.  Edep, hayâ ve namus hissi taşımayanlar vatan ve millet hissi de taşımaz ve bu uğurda hayatlarını feda edemezler. Bunlar öyle ulvi hakikatlerdir ki, ne çiğnenir, ne de çiğnettirilir. Bütün kâinat hayat için olduğu halde, hayat ancak bunlar için feda edilir.

Edep ve hayâ büyük bir devlettir. Bunlara muhabbet edip muhafazasına çalışmak aklın ve vicdanın gereğidir. Edep, hayâ ve iffet gibi âli vasıflardan mahrum olan fert ve cemiyetler huzur ve saadetle yaşayamazlar ve izmihlale uğrarlar. Bu bakımdan, bir milletin ebed müddet payidar olması;  kalplerin imanla intibaha getirilmesi, ruhlarının edep, hayâ ve iffet gibi güzel ahlak ile teçhiz edilmesi ve akılların nur-u irfanla tenvir edilmesine bağlıdır.    Maneviyatla teçhiz edilmeyen bir millette şecaat, kahramanlık ve fedakârlık olamaz. Gençlerimiz de sefahat ve sefaletin tahakkümünden ancak bu hal ile muhafaza edebiliriz.

Bazı basın kuruluşları ile televizyonlar milletimizin örf ve âdetlerine, dinî inanç ve mukaddesatına muhalif yerli ve yabancı dizilerle onların kalp ve ruhunda telafisi mümkün olmayan derin yaralar açmaktadır. Bazı dizilerde de Anadolu insanının aklına, vicdanına, sağduyusuna, millî ruhuna, müşterek duygularına ve tarihine saldırılmaktadır. Bu tür yayınlar, kültür ve irfanımızı, musikimizi, edebiyatımızı, sanatımızı, hâsılı milleti millet yapan bütün değerler manzumesini tahrip yahut dejenere etmekle vicdan-ı umumîyi derinden yaralamakta; milletimizi, özellikle de gençlerimizi, ahlakî buhranlara ve  sefahat bataklıklarına sürüklemektedir.

Evet müstehcen neşriyatla, bölücülük propagandalarıyla milletimizin, hem dimağı, hem vicdanı, hem kalbi, hem ulvî hisleri tarumar edilmekte, karanlık mecralara doğru sürüklenmektedir. Hürriyet perdesi altında, gençlerimiz nefs-i emmarenin istibdadı altına sokulmak istenmektedir.   Ruhî ve fikrî dengesizliklere maruz, zevk ve sefahatle malûl neslimiz perişan bir hayata doğru çekilmek isteniyor.

Sefahat rüzgârları kat kat çelik istihkâmları delip geçen radyasyon şuaları misüllü, kalplerde, ruhlarda, vicdanlarda, iffetlerde, tedavisi çok müşkül derin cerihalar, rahneler açıyor. Bu milletin imanını, mukaddesatını, iffetini böylece vurarak onu benliğinden uzak, gayesiz, davasız ve şuursuz bir toplum haline getirmek gayretinde olanlar var.

Çok şükür ki, şer kuvvetlerin bu milletin tarihine, mukaddesatına, iffetine, ibadetine, ulvi seciyelerine yaptığı korkunç hücuma karşı hamiyetli, âlicenap, vatanperver, şuurlu ve gayretli insanlar, bütün memleketi sarsan bu müthiş felaket ve facia karşısında büyük bir gayret göstermektedirler.

Allah’a Karşı Edep Nasıl Olmalı?

Şunu hemen ifade edelim ki,  hayâ ve edep, öncelikle insanı yoktan var eden, onu hadsiz nimetlerle besleyen, her yerde hazır ve nazır olan, bütün kâinatı ve yarattığı her mahlûku murakabe eden Cenab-ı Hakk’a karşı olmalıdır. Kişi,  önce Cenab-ı Hak’tan, sonra da insanlardan utanmalıdır. Zaten Allah’tan hayâ etmeyen insanlardan da utanmaz; insandan utanmayan kimse de Allah’tan utanmaz. Nitekim bir hadis-i şerifte “Hayâ imandan bir şubedir.” (Müslim, İman, 57, 58) buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz (asm) bir gün; “Allah’tan gereği gibi hayâ edin.” buyurdular. Bunun üzerine yanında bulunan sahabeler: “Ya Resulallah! Elhamdülillah biz Allah’tan hayâ ediyoruz.” deyince, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdular: “Allah’tan hakiki olarak hayâ etmek; başı ve içindekileri haram olan şeylerden korumak, haram yemekten ve zinadan sakınmak, ölümü ve dünyanın fani olduğunu düşünmektir. Ahiret mutluluğunu isteyen kimse, dünya ziynetlerine önem vermez. İşte böyle yapan kimse, Allah’tan hakkıyla utanmış olur.” (Tirmizî, Kıyâmet 25)

Buna göre, kişi dinleyip, görüp öğrendiğinden, yiyip  içtiğine kadar her şeyin Allah'ın rızasına uygun olmasına dikkat etmelidir, gerçek hayâ budur. Zîra başın taşıdıklarından ağız, göz, kulak, dil gibi maddî ve zâhirî; hâfıza, hayâl, tefekkür gibi ruhî ve görünmez duygu ve özellikler kastedilmektedir. Yine hadiste geçen batnın ihtiva ettiklerinden maksat da mide, cinsel organ, kalp, el ve ayaklar gibi batın ve batna bağlı her şeydir. Bu uzuvların ilgili olduğu bütün fiiller buraya dahildir. Şu halde insan bütün organlarını helâlde kullanmadıkça hakikî hayâya eremez.

Hayânın pek çok mertebesi vardır. En üst mertebesi: Zâhiren ve bâtınen, içiyle dışıyla kişinin Allah'tan hayâ etmesidir. İşte bu, kişiye müşâhede  makamı kazandıracak olan murâkabe makamıdır.

Evet, Cenab-ı Hakk’a iman edip, emir ve yasaklarına riayet ederek nefsini ıslah edenler,  onu hakiki sevenler, edep, hayâ ve iffet dairesinde hareket edip rızasına uygun yaşayanlar, Hz. Peygamber’i dinleyip itaat edenler, ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır.

Kur’an’a Karşı Edep Nasıl Olmlalı?


Her Müslüman’ın Kuran’a karşı edeple hürmette bulunması dini bir vecibedir. Ezeli ve ebedi, sönmeyen ilahi bir güneş olan Kuran-ı Kerim, akıl ve kalbimizi nurlandırdığı gibi, bütün kâinatı da nurlandırdı. Aynı şekilde, ahiretimizi de o aydınlatacaktır. Bu bakımdan, ona karşı en küçük bir edepsizlik ve hürmetsizlik insanı helakete götürür.

Kur’an-ı Kerim’i öğrenip öğretmek, onun emrettiği şeyleri yapıp, yasakladığı şeylerden kaçınmak, ihtiva ettiği bütün ulvi hakikatleri ferdi ve içtimai hayatımıza tatbik etmek, haber verdiği hadiseler üzerinde düşünüp ibret almak, onun kutsiyetini bütün yönleriyle anlamaya çalışmak Kuran-ı Kerim’e karşı en büyük bir edeptir.

Kur’an’ı huzu ve huşu içinde okumak, onu dinlerken Peygamber Efendimiz’den (asm)  dinler gibi dinlemek gerekir.  Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunmamak edeptir. Zira bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkı’a 56/79) Elbette ki, burada kastedilen sadece maddi temizlik değildir. İnsan abdest alarak maddi kirlerden temizlendiği gibi, akıl, kalb ve ruhunu da manevi kir olan günahlardan ve batıl fikirlerden temizlemelidir.

Bir üniversite mahiyetinde olan Enderun mektebinde öncelikle Kur’ân-ı Kerim, tecvid,  akâid, ilmihâl, Arapça, Farsça,  tefsir, hadis, fıkıh, kelam,  sarf,  nahiv,  belagat, hitabet ve hikmet gibi din-i ilimler; sonra diğer ilimler okutulurdu. Bu da onların Kur’an-ı Kerim’e olan edep ve bağlılıklarını göstermektedir.

Ana Babanın En Önemli Vazifesi, Ahlaklı ve Vatanperver Evlatlar Yetiştirmektir

Ana ve babanın en önemli vazifesi, geleceğimizin teminatı olan yavrularımızı ahlaklı, edepli, vefakâr, fedakâr, çalışkan, âlicenap ve vatanperver evlatlar olarak yetiştirmektir. Bu görev ikinci olarak öğretmenlere ve âlimlere düşmektedir. Nefsi ve ahlâkî terbiye, ebeveyni tarafından, fikrî ve ilmî terbiye ise, eğitimciler tarafından verilir. Terbiye; çocukların ve gençlerin güzel ahlâk ile yetiştirilmesidir. Peygamber Efendimiz (asm)  “Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha iyi bir hediye ( miras) veremez.” (Tirmizî, Birr, 33), “Bir babanın çocuğunu eğitip terbiye etmesi maddî sadaka dağıtmasından daha hayırlıdır.” et-(Tac, 5/8 buyurarak anne-babaların en mühim ve asli vazifelerinin çocuklarını güzel ahlâk ile yetiştirmek olduğunu ifade etmektedir. Zira çocukluktan başlayan bu terbiyenin ilk mektebi aile yuvasıdır. İlk muallimi ise annedir. Bu bakımdan, bir ana babanın evlatlarına bırakacağı en kıymetli ve en hayırlı servet, fazilet, marifet ve güzel ahlaktır.

Annenin vazifesi, çocuk daha anne karnındayken başlar. Bundan dolayı annenin helal ve harama çok dikkat etmesi, çocuğu haram ile beslememesi gerekir. Çünkü haramla beslenen çocuğun ne ailesine, ne milletine, ne de devletine bir faydası olmaz.  Bilindiği üzere ilk altı yaşa kadar verilen eğitim ile çocuğun huyu ve şahsiyeti şekillenir.

Malumdur ki, her insanın yaratılışında iyiye ve kötüye, hayır ve şerre, hidayet ve dalalete kabiliyet mevcuttur. Şayet o ruh ve Allah korkusu, istikamet, iffet, takva, tevazu, hilim, edep, hayâ ve şecaat gibi güzel ahlâkla ıslah edilmezse, bayağı hislerin ve şehvanî arzuların tesiriyle hayvandan aşağı bir derekeye düşer.

Çocuk, fıtraten temiz ve günahsızdır. Onu iyilik ve güzelliklerle donatacak annedir. İyi bir terbiyeci sayesinde çocuk ileri yaşlarda manen olgunluğa ve kurtuluşa erebilir. Anne, çocuğuna özellikle dini terbiye verirken bilinçli davranmalı; korkutmadan, çocuğa kâinatın yegâne sahibi olan Rabbini tanıtmalı ve sevdirmelidir. Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ona hatırlatarak, O’nun affedici, mükâfatlandırıcı, koruyucu, merhamet edici sıfatlarını telkin etmelidir.  Bu bakımdan annenin vazifesi ve sorumluluğu büyük olduğu kadar zordur da. Zira memleketin geleceğine yön veren şahsiyetlerin yetiştirilmesinde en önemli görev annelere düşmektedir.

Her insanın iman, ibadet, helal ve haramla ilgili bilgileri öğrenmesi ve çocuklarına öğretmesi farzdır. Yani annelerimiz geleceğimizin teminatı olan gençleri yetiştirmede vazifeli oldukları için, evvela kendilerini İslâmi bilgilerle yetiştirmelidirler. Bu durum ihmal edilirse, annenin çocuklarına faydadan çok zararı dokunur. İslami terbiyeden ve onun ulvî hakikatlerinden mahrum olan cahil  bir anneden terbiyeli ve ahlâklı bir çocuk yetiştirmesi beklenemez. “Beşiği sallayan el, dünyaya yön veren, tarihin akışını değiştiren eldir.” sözü darb-ı mesel olmuştur.

Evet, ebeveynin yerine getirmesi gereken en mühim vazifelerin başında; Cenab-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkını ve kulların birbirine karşı olan vazifelerini anlatmak gelir. Ayrıca çocuğa, topluma zarar veren yalan, hile, hıyanet, sefahat, hayâsızlık ve iffetsizlik gibi kötü ahlâkın zararlarını da anlatmaları gerekir. Çocuğun terbiyesinde en birinci gaye, Allah ve Peygamber sevgisini onların kalp ve ruhlarına nakşetmektir. Çocuğun seviyesine uygun ibret verici hikâyeler ve güzel menkıbelerle bu sevgiyi tekid ve teyit etmek gerekir.

Çocuklar evin içinde görüp işittiklerini bir fotoğraf makinesi gibi alarak kendi hayatlarına uygularlar. Bu yönden anne ve babalar çocuklar için modeldir. Çocukların müspet veya menfi davranışları, anne ve babasının hareketlerinden kaynaklanır. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:  “İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”    Bu hakikate binaen hayırlı bir evladın güzel hasletlerinden dolayı anne babasına sevap yazılır.

Edep ve hayâdan mahrum olan bir kimsenin evladı, faziletli ve edepli olursa, babasının ayıp ve noksanlıklarını örter. Aksine bir baba ne kadar şerefli ve faziletli olursa olsun, eğer onun evladı edepten mahrum ise babasının izzet ve şerefini yıkar ve perişan eder.

Evet, edep, hayâ ve iffetten mahrum olan ailelerden metin ve kavi bir millet teşekkül edemez. O halde, nesl-i cedidi dinin elmas zinciriyle bağlamak, edep ve hayâ ile teçhiz etmek lazımdır ki, istikbalimizi sağlam temeller üzerine bina edelim. Öyle ise, en büyük himmet ve gayret, insanın ıslahına, terbiyesine, ahlâk ve faziletinin tekmiline sarf edilmelidir. Bozulan bütün içtimai çarkların yenilenmesi ve hayat bulması için tedavi, kalp ve dimağdan başlatılmalıdır. Evet, beşeriyetin terbiyesi, kalbin iman ile tenevvürüne, fikrin de ilimle terakki ve tealisine bağlıdır. Zira akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir ki, âlicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, ateşin kalpler, ahlâklı ve necip simalar yetiştirilebilsin.

Gençlerin faziletli, ahlaklı ve edepli yetişmelerinde ikinci vazife ise eğitimcilere düşmektedir. Bu vadide en büyük vazife ve mesuliyet öğretmenlerimize düşmektedir. Eğitimcilerimizin, ilimde muktedir, dinde salâbetli, talebelere şefkatli, gayretli ve güzel ahlâkta örnek ve ciddi bir tesir icra edecek güçte olmaları lâzımdır ki, bu hasletler, öğrencilere sirayet etsin, onlara güzel örnek olabilsinler.  Böylece millet ve vatanını seven, tarihine, kültürüne, örf ve an’anelerine sımsıkı bağlı, yüksek ahlâk sahibi, faziletperver, yüce idealler peşinde koşan ve himmetini sadece milletinde bilen bir nesil yetiştirmek mümkün olabilir. İşte o zaman Milli Eğitimimizden, hasretini çektiğimiz, mahir sanatkârlar, müdakkik âlimler, mütehassıs mütefenninler, dirayetli devlet ricali, müdebbir hükümet adamları, büyük dâhi mütefekkirler, vatanperver şairler zuhur eder.

15 Kasım 2011 Salı

İslamda Tesettür Nasıl Olmalıdır ? Hadisler ve Ayetler Işığında

Müslüman kadının giyiminde esas mesele, tesettürü sağlamasıdır. Eli ve yüzü dışında bütün vücudunu örtmesi, açık kalmamasıdır. Giyilen bir elbisenin tesettüre uygun olması için de altını göstermeyecek şekilde kalın ve avret yerlerini örtecek kadar uzun olmalıdır. Bunun için altını gösterecek şekilde ince ve şeffaf olan bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz.

Kadınların yüzleri ile ellerinden başka  bütün bedenleri avrettir. Yüzleri ile elleri  namazda ve namaz dışında  fitne korkusu olmadıkça avret değildir. Ayaklarının avret olup olmaması ihtilaflıdır. Sahih kabul edilen görüşe göre  kadınların ayakları da avret değildir. Diğer bir görüşe göre  namazda kadının ayakları avret sayılmazsa da  namaz dışında avret yeri sayılır. Bu ihtilaftan kurtulmak için ayaklarını örtmeleri iyi olur. Sahih olan görüşe göre  kadınların kolları  kulakları ve salıverilmiş saçları da avrettir.

Bu meseleye esas teşkil eden hadis-i şeriflerin meali şöyledir:

Hz. Âişe'nin rivayetine göre, kız kardeşi Hz. Esma bir gün Peygamberimizin huzuruna gitti. Üzerinde altını gösterecek şekilde ince bir elbise bulunuyordu. Resulullah (a.s.m.) onu görünce yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: "Ya Esma, bir kadın buluğ çağına erince—yüzünü ve ellerini göstererek—bunlardan başka bir tarafının görünmesi sahih olmaz." (Ebû Dâvud, Libas 31)

Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre (r.a.} tarafından bir rivayette Peygamberimiz, giyindiği halde açık olan, yani ince ve şeffaf elbise ile dolaşan kadınların Cehennemlik olduklarını, Cennetin kokusunu bile alamayacaklarını bildirirler. (Müslim, Libas,125)

Alkame bin Ebi Alkame annesinin şöyle dediğini rivayet eder:
"Abdurrahman'ın kızı Hafsa'nın başında, saçını gösterecek şekilde ince bir başörtüsü olduğu halde Hz. Âişe'nin huzuruna girdi. Hz. Âişe başından örtüsünü alarak ikiye katladı, kalınlaştırdı.(Muvatta', Libas:4)

Hz. Ömer (r.a.) ise, cam gibi şeffaf olmasa da, giyindiği zaman altını iyice belli eden elbisenin kadınlara giydirilmemesi hususunda mü'minlere ikazda bulunmuştur. (Beyhaki, Sünen, 2/235)

İmam Serahsî bu nakilden sonra, kadının giydiği elbise çok ince de olsa yine aynı hükmü taşır, şeklinde bir açıklama getirir. Daha sonra da, "Giyindiği halde açık" olan mealindeki hadisi kaydeder ve şöyle der: "Bu çeşit bir elbise şebeke (ağ) gibidir, örtünmeyi temin etmez. Bunun için yabancı erkeklerin bu şekilde giyinmiş bir kadına bakması helâl olmaz." (el-Mebsût, 10/155)

Elbisenin şeffaf olmasındaki ölçü, tenin rengini belli etmesidir. Dışarıdan bakıldığı zaman elbisenin altından insanın teni görünüyorsa, elbise ince de olsa, kalın da olsa böyle bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz. Bu mesele Halebî-i Sağir'de şöyle belirtilir: "Elbise altını, tenin rengini belli edecek şekilde ince olursa, bununla avret yeri örtülmüş olmaz. Fakat kalın olsa da, uzva yapışsa ve uzvun şeklini alsa (uzvun şekli görünür hale gelse), bu durumda örtünme hasıl olduğu için men edilmemesi gerekir, namaz caiz olur. (Halebî-i Sağır, s.141)

Mesele diğer mezheplerde de aynı şekilde ifade edilir.

Mâliki mezhebinin görüşü şöyledir:

Elbise şeffaf olur, cildin rengini hemen belli ederse, bununla örtünme olmaz. Bu şekilde kılınan namazın mutlaka iade edilmesi gerekir. İnce ve dar olduğu için azanın şeklini belli eden elbiseyi giymek de mekruhtur. Çünkü bu bir şahsiyetsizlik sayılır ve selef ulemasının giyim tarzına muhalif hareket edilmiş olunur. (Menânü'l-Celü, 1/156)

Hanbelî mezhebinin görüşü ise şu şekildedir:

Vacip olan örtünme, cildin rengini belli etmeyecek şekildeki örtünmedir. Eğer giyilen elbise cildin rengini belli edecek tarzda ince olur da bedenin beyazlık ve kırmızılığı görünürse namaz caiz olmaz. Çünkü bununla örtünme gerçekleşmiş olmaz. Şayet rengini örter de, hacmini belli ederse namaz caiz olur. Çünkü örtü kalın da olsa bundan kaçınmak mümkün değildir. (İbni Kudâme. el-Muğnî, 1/337)

Şafiî mezhebinin görüşü ise şöyledir:

Vacip olan, cildin rengini belli etmeyecek elbiseleri giyinmektir. İnceliğinden dolayı cildin rengini belli eden bir elbiseyi giymek caiz olmaz. Çünkü böyle bir elbise ile tesettür gerçekleşmiş olmaz. Yani, inceliğinden dolayı cildin beyazlığını veya siyahlığını gösteren elbise tesettür için kâfi gelmez. Yine, elbise kalın olsa da, dokunuşu itibariyle altından avret yerlerinin bir kısmını gösterse yine yeterli şekilde örtünme sağlanmamış olur. Diz kapakları ve uyluklar gibi bedenin incelik ve kalınlığını belli eden bir elbise ile kılınan namaz sahihtir, çünkü tesettür sağlanmış demektir. Fakat azaları belli etmeyecek şekilde bir örtü kullanmak müstehaptır. (el-Mecmû, 3/170-172)

Bütün bu nakillerden şöyle bir neticeye varmak mümkündür:

Kadının kendine nikah düşen erkeklerin yanında giymiş olduğu tenin rengini belli edecek ve gösterecek şekilde ince ise bununla örtünme gerçekleşmiş olmayacağından giyilmesi caiz olmaz. Bu giyecek, bir elbise, gömlek ve etek olduğu gibi, başörtüsü ve çorap da olabilir.

Buna göre tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

-    Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

-    Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

-    Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Vücudun azalarını iyice belli edecek şekilde giyilen dar pantolon ve dar gömlekle namaz sahih olsa da, bakanların dikkatini çekip tahrik edeceğinden dinen helal olmaz. Merhum İbn-i Âbidin de eserinde bu hususa işaret etmektedir. (Reddü'l-Muhtar, 5/238)

Diğer taraftan kadınlar gerekli örtüyü sağlamak zorunda oldukları gibi, erkeklerin dikkatini çekecek bakışlardan, konuşmalardan ve yürüyüş tarzından da sakınmaları gerekir:
"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz." (Nur Suresi 31)

İşte hür kadınların, bu istisna edilmiş kimselerden başkasına zinetlerini göstermemeleri, kendi iffet ve korunmaları ve güzel geçimleri noktasından gayet önemli olduğu gibi, yabancı erkekleri etkilememek, günaha sokmamak, edeb ve iffet telkin etmek noktasından da çok önemlidir. Özellikle bu noktayı da düşündürmek ve tesettür emrinin kuvvet ve şumülünü bir daha hatırlatmak üzere, yürüyüş tavırlarının bile düzeltilmesi için buyuruluyor ki: gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar, yani baştan ayağa örtündükten sonra yürürken de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sunî veya doğal ziynetler bilinsin diye, bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle dikkat nazarları çekmesinler; çünkü erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Fakat unutulmaması gerekir ki, kadının bu konuda başarısı daha önce erkeklerin iffeti ve görevlerine dikkati ve toplumda olanların gayreti ve özeni ile de ilgili olarak, bunlar da Allah'ın yardımı ile ayakta durabilir. Onun için bu noktada Resulullah (s.a.v) den bütün müslümanlara hitap ve erkekleri zikredip kadınları da içine alacak bir şekilde buyuruluyor ki:

Ve ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. Demek ki bozuk bir toplulukta kurtuluş ümid olunmaz, toplumun bozukluğu da kadınlardan önce erkeklerin kusur ve hatalarındandır. Bundan dolayı başta erkekler olmak üzere erkek dişi bütün müminler imana yaramayan ve cahiliyyet izleri olan kusur ve hatalarından tevbe ile Allah'a dönüp Allah'ın yardımına sığınıp emirlerine özen ve dikkat göstermelidirler ki, topluca kurtuluşa erebilsinler. O halde herkesin kurtuluşu bakımından iş sahipleri ve ilgili şahıslar şu emirlere de özen göstermelidir. (Elmalılı, Tefsir)

Yazar: Mehmet Paksu 2006-05-15

13 Kasım 2011 Pazar

Ölmeden Önce Ölmek

“Dünya gurbetinde olduğunu unutma ve hep bir garip gibi davran ya da bir yolcu gibi yaşa..
Asıl ve ebedî vatanına gideceğine öylesine inan ki, ölmeden önce ölmüş ol ve kendini kabir ehlinden say!”

(Tirmizi, Zühd, 25; İbn Mace, Zühd, 3; Müsned, 2/24, 41, 131)


* Resulullah efendimiz, Ölmeden önce ölün buyuruyor. Ölmeden önce ölmek ne demektir? Dünyada inanılan şeyler öldükten sonra görülecek. İnsan ölüp hakikatleri görünce nasıl olacak ise, neleri yapmış olmayı isteyecek ise şimdiden onları yapması ölmeden evvel ölmek demektir.


* Dünyada rahatlık yoktur, istirahat ahirettedir.

* Doğru namaz kurtarıcıdır. Doğru namaz, doğru gusle, doğru abdeste, doğru itikada yani ehl-i sünnet itikadına bağlıdır. Bunlar tam olmadan namaz tam olmaz. Her şeyden önce oturup bunları öğrenmeli, eksiği varsa tamamlamalı. Mesul olduklarına da öğretmeli. Her müminin asli vazifesi ateşten korunmaktır. Kendi korunmayan, kendisi yanan, başkasını yanmaktan nasıl kurtarır. Gelişigüzel ibadet, gelişigüzel hizmet olmaz. Yap da nasıl yaparsan yap, din cahillerinin sözüdür.

* Fitne çıkarmak düşman edinmektir.
* Anne, babası hayatta olup da Cenneti kazanamayana şaşılır.

* Müminin günah işlemesi unutkanlığa sebep olur. Çoluk-çocuk, aile ve emri altındakiler de günah işlerse bu da unutkanlığa sebep olur.

* Alıcı değil sürekli verici olun.

* Anne karnındaki çocuk doğmak içindir, anne karnında yaşamak için değil. Dünyaya gelen çocuk, yani insan da ölmek için yaratılmıştır, kalıcı değil!

* Meşgaleniz, asıl maksadı unutturmasın! Asıl maksat, zengin olmak, şan şöhret sahibi olmak değil, ahireti kazanmaktır. Her an son nefes endişesi ile yaşamalıyız. Korkusuz, endişesiz yaşamak tehlikelidir. Gerçi suyun aktığı yönden gideceği yer belli olur. Ancak, milyonda bir de olsa tersi olabilir. Bunun için korkmak lazım.

* İnsanın gönlü ne isterse, ne tarafa meylederse, Allahü teâlâ onu verir. Onun için hep iyi şeyler isteyelim, ahiretimize yarar şeyler isteyelim. Abdullah-i Dehlevi hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerine, benden bir şey iste ama tek şey deyince, o da, dinim için dünyalık istiyorum demiş. Bu çok önemli.

* İnsanlara yardım etmek, çok iyidir, çok sevaptır. İnsanlara esas iyilik de, onların ahiretine yönelik iyiliktir. Onları yanmaktan kurtarmaktır. Dünyada pişmanlık iyidir. Çünkü, telafisi mümkündür. Ahirette pişmanlığın çaresi yoktur, telafisi mümkün değildir.

* Birisi, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin yanında, komşusu bir şarapçıdan bahsederken ucba kapılarak, çok şükür biz onun gibi değiliz, der. Bunun üzerine, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, biz çok şarapçı gördük ki, sonunda tevbe edip, imanla gitti. Nice şeyhler gördük ki, sonunda sapıtıp imansız gitti, der. Bunun için, hadis-i şerifte, İbadet yap, arkasından tevbe et, buyurulmuştur.

* Bir nimet geldiği zaman hemen şükrü yapılmalıdır. Üzüntü sıkıntı geldiği zaman istiğfar etmeli, bela, musibet geldiği zaman La havle ... çekilmelidir. La havle 99 derde devadır. En hafifi sıkıntıdır. Sıkıntının ilacı istiğfar, belanın ilacı da La havle... dir.

* Her iyiliğin anahtarı, her kötülüğün ilacı, doğru kılınan beş vakit namazdır.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Besmelenin Gücü


Yarın kurban kesecek arkadaşlara bu videoyu izlemelerini tavsiye ediyoruz.

İngiliz Müslüman koyunları kesim pozisyonuna getirdiğinde besmele ve "bismillahillezi layedurru mea ismihi şeyün filardı vela fissema-i ve hüvessemiul alim" duasını okuyor. Hayvanlar o duayı duyar duymaz kendini Rabbin'e teslim ediyor. 

4 Kasım 2011 Cuma

TEŞRİK TEKBİRİ NEDİR ? NE ZAMAN NASIL YAPILIR ?






Teşrik tekbiri, Kurban bayramı günlerinde farz namazlardan sonra getirilen tekbirlerdir. Kurban Bayramının ilk gününe "yevm-i nahr", diğer üç güne ise "eyyâmü't-teşrîk (teşrîk günleri)" denir. Bayramdan bir gün önceki güne de "arefe günü" denir.

Arefe günü sabah namazından itibaren bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, yirmiüç farz namazının arkasından birer defa

"Allahu ekber Allahu ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillahi'l-hamd" diye tekbir getirilir ki, buna "teşrîk tekbiri" denir. Anlamı şöyledir: "Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Allah'tan başka ilâh yoktur. O Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Hamd Allah'a mahsustur". Tekbirlerin bu şekli Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ûd (r. anhümâ)'ya dayanır.

Teşrîk tekbirlerinin başlangıcı Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etme olayına kadar uzanır. İbrahim (a.s), gördüğü sahih rüya üzerine oğlunu Allah yolunda kurban etmeye karar verir. Kurban hazırlıkları sırasında Cebrail (a.s) gökten buna bedel olarak bir koç getirir. Dünya semasına ulaştığında yetişememe endişesi ile Cebrail (a.s); "Allahu ekber Allahu ekber" diyerek tekbir getirir. İbrahim (a.s) bu sesi işitince başını gökyüzüne çevirir ve onun bir koçla geldiğini görünce; "Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber" diye cevap verir. Bu tekbir ve tevhîd kelimelerini işiten ve kurban edilmeyi bekleyen İsmail (a.s) da; "Allahu ekber velillâhi'l-hamd" der. Böylece kıyamet gününe kadar sürecek büyük bir sünnet başlatılmış olur (es-Saffât, 37/102, 107; İsmail" maddesi; el-Mavsılî, el-İhtiyar li Ta'lîli'l-Muhtar, Kahire (t.y), I, 87, 88).

2 Kasım 2011 Çarşamba

Hayata Yön Veren İki Maddeli Hadis-i Şerifler

İki şeyin korkusu

Ümmetim için şu iki şeyden korkuyorum:

1- Bolluk ve rahat içinde iken, şehvetlerine uymalarından,
2- Namazı ve Kur’anı terk etmelerinden. (Taberani)

Beladan kurtulanlar
Ahir zamanda, şiddetli belaya maruz kalınır. Ancak şu iki sınıf kurtulur:
1- Allah’ın dini için, dili ile ve kalbi ile mücadele eden,
2- Dinini anlayıp tasdik eden. (Ebu Nuaym)

İki şeyi koruyan
Şu iki şeyini koruyan mümin, Cennete girer:
1- İki çene arasını,
2- İki bacak arasını. (İ. Ahmed)

Şefaat etmem!
Şu iki sınıfa şefaat etmem:
1- Zalim sultana,
2- Dinde ifrata kaçanlara, aşırı gidenlere. (Taberani)

İki sınıf salih olursa
Şu iki sınıf sâlih olursa, ümmetim sâlih olur:
1- İdareciler,
2- Âlimler. (Ebu Nuaym)


İslamiyet’ten nasipsiz
Şu iki sınıfın, İslamiyet’ten nasibi yoktur:
1- Mürciye [Cebriye de denilir. Günahı da Allah işletir diyenler],
2- Kaderiye [kaderi inkâr edenler]. (Beyheki)

İki şeye uyun
Bıraktığım iki şeye uyan, hidayete erer, uymayan sapıtır:
1- Kitabullah,
2- Ehl-i beytim. (İ. Hibban)

İhtiyar
Yaşlının gönlü şu iki şeye gençtir:
1- Uzun yaşama isteği,
2- Mal sevgisi. (Abdülgani bin Sa’d)

Gıpta edilir
Şu iki kişiye gıpta edilir:
1- İlmi ile amel edene,
2- Malını, Allah yolunda harcayana. (Buhari)

En iyi iki şey
Şu iki şeyden daha iyisi yoktur:
1- Allah'a iman,
2- Onun kullarına iyilik etmek. (İ. Askalani)

En kötü iki şey
Şu iki şeyden de, daha kötüsü yoktur:
1- Şirk,
2- İnsanlara kötülük etmek. (İ. Askalani)

Reddedilmeyen iki dua
Şu iki dua reddedilmez:
1- Ezan okunurken,
2- Savaş kızışınca. (Ebu Davud)

Dünyada korkmayan
Hak teâlâ buyurur:
İki korku ile iki güvenmek bir araya gelmez:
1- Dünyada benden korkmayan, kıyamette korkar,
2- Dünyada benden korkan, kıyamette, korkulardan emin olur. (İ. Ahmed)

Sevilen iki haslet
Allah’ın sevdiği iki haslet:
1- Cömertlik,
2- Maddi ve manevi fedakârlık. (Beyheki)

Nefret edilen haslet
Allah’ın nefret ettiği iki haslet:
1- Cimrilik,
2- Kötü ahlak. (Beyheki)

Borçlanmak
Borç iki kısımdır:
1- Ödemek niyeti ile borçlanıp da, ödeyemeden ölenin kefiliyim,
2- Ödememek niyeti ile borçlanıp da, borcunu ödemeden ölenin, sevabları alınıp, alacaklısına verilir. (Taberani)

Allah yardım eder
Allahü teâlâ, şu iki kişiye yardım eder:
1- Cihad edene,
2- Namusunu korumak için evlenene. (Nesai)

Duanın kabulü için
Duanın kabul olması için iki şey gerekir:
1- İhlâs,
2- Helal lokma. (Tergib-üs-salât)

Cennetlik ve cehennemlik kimse
Şu iki şeyden biri cennete, öteki cehenneme girmeyi gerektirir:
1- Şirk üzere ölmeyen [Müslüman olarak ölen] Cennete girer,
2- Şirk üzere [kâfir olarak] ölen Cehenneme girer. (Müslim)

Allah’tan uzak olan
Şu iki kimse, Allah’tan çok uzakta olur:
1- İdarecilerle düşüp kalkar, onların zulme ait sözlerini tasdik eder,
2- Çocuklarını eşit tutmaz, yetimin hakkı konusunda, Allah’tan korkmaz. (İ. Asakir)

İki zayıf
Şu iki zayıf hakkında Allah’tan korkun:
1- Dul kadın,
2- Yetim. (Beyheki)

Dininizi süsleyin
Dininizi şu iki hasletle süsleyin:
1- Cömertlik,
2- Güzel ahlak. (Taberani)

Akrabaya sadaka
Akrabaya sadaka vermenin iki sevabı vardır:
1- Sadaka sevabı,
2- Sıla-i rahim sevabı. (Tirmizi)

Âlimler
Âlim iki türlüdür:
1- İlmi ile Allah’ın rızasını arayan, ilmi paraya değişmeyen,
2- İlmi ile dünyalık arayan. Böyle âlime, kıyamette ateşten gömlek giydirilir. (Deylemi)

İki berat
Kırk gün yatsı ve sabah namazını, cemaatle kılana, iki berat verilir:
1- Cehennemden kurtuluş beratı
2- Münafıklıktan kurtuluş beraatı. (Hatib)

Yükselmenin yolu
Allah katında yükselmek için, şu iki şeyi yap:
1- Sana karşı cahillik yapana, hilm [yumuşaklık] ile karşılık ver,
2- Sana vermeyene, ihsanda bulun. (İ. Adiy)

Oruçlunun iki sevinci
Oruçlu için iki sevinç vardır:
1- İftar edince,
2- Ahirette, Allah mükâfatını verdiği zaman. (Buhari)

İki damla ile iki adım
Şu iki damladan ve iki adımdan daha sevimli hiçbir şey yoktur:
1- İki damla, Allah korkusundan akıtılan gözyaşı ile Allah yolunda akıtılan kan.
2- İki adım, cihad [dini yaymak] için atılan adım ile bir farzı yerine getirmek için atılan adım. (Tirmizi)